TÜRKÇE BAKIŞ
Prof.Dr.Nurullah ÇETİN
ncetin@humanity.ankara.edu.tr
ŞİİR TAHLİLİ: Yahya KEMAL’in “KOCA MUSTAPAŞA” şiirinin tahlili
Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr İstanbul!
Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşayanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı
Hisseden kimse hakikat sanıyor hulyâyı.
Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,
Geçer insân bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.
Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.
Bir afîf âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak…
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allah’a” diyen
Yaşıyor sâde maişetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.
Türk’ün âsûde mizâciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağrifet iklîmi edinmiş bu yeri.
Şu fetih vak’ası, yâ Rab! Ne büyük mu’cizedir!
Her tecellîsini nakletmek uzundur bir bir;
Bir tecellisi fakat, rûhu saatlerce sarar:
Koca Mustâpaşa var, câmii var, semti de var.
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu’cizeden,
Hak’dan ilham ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrı’sının mâbedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,
Bir fetih câmii yapmak dilemiş İslâm’a.
Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.
Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşayanlar da, ölenler de huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
Hafız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, o, bir nura sarılmış yatıyor.
Gece, şi’riyle sararken Koca Mustâpaşa’yı
Seyredenler görür Allah’a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyâretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan.
Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
“Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskin eder endîşeliyi;
Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın rûhu yanar.
Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak! ...”
Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa’dan
Kalbim ayrılmadı bir ân o güzel rü’yâdan.
Bu muammâyı uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hâdisenin vardı derinliklerine;
Bu geniş ülkede, binlerce lâtîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Manevî varlığının resmini çizmiş havaya.
Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yâya.
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!
(Resimli Hayat, 15 Temmuz 1953, C.2, S.15, s.3)
Konu:
Kocamustapaşa Semti. Şehirlerin, semtlerin şiirini yazma geleneği ciddi
anlamda Yahya Kemal’le başlar. Divan şiirinde İstanbul’un değişik
semtlerine değinildiğini görsek de şehir ya da semt mekanını bir bütün
olarak almak, yani tarihiyle, kültürüyle, mimarisiyle, tabii, coğrafî
özellikleriyle, halkının toplumsal ve ekonomik yaşantısıyla bir bütün
hâlinde değerlendirme geleneği Yahya Kemal’le başlar. Bir mekan şairi
olan Yahya Kemal, İstanbul’u ve tabii değişik semtlerini Türk milletinin
millî ruhuyla nasıl vatanlaştırdığını, bu dünya ve öte dünyaya ait
ürettiği ve kurumsallaştırdığı Türk-İslam kültürüyle nasıl sıcak, manevî
bir yaşama alanına çevirdiğini adeta orayla aynileşerek yansıtır.
İzlek:
Kocamustapaşa semti, Türk milletinin millî ve manevî değerleriyle,
tarihî, coğrafî, toplumsal, kültürel, ekonomik özellikleriyle Türk-İslam
kültür ve medeniyetine bağlı, kendi içinde uyumlu, Türk milletinin iç
huzurunu bulduğu bir Türk vatanı hâline gelmiştir. İstanbul’un pek çok
yeri gibi bu semt de Türk-İslam kültür ve medeniyetinin bir sentezidir.
Düşünce: Yahya
Kemal, bu şiirini tamamiyle denilecek ölçüde hikemî bir şiir olarak
kurgulamış. Şiirde büyük bir bilgelik eseri görülüyor. Şair, tarihe,
insana, kültüre, ahirete, toplumsal ve ekonomik hayata dair bilgece
yaklaşımlar üretiyor. Türk milletini, coğrafyayı vatanlaştırma
becerisini, fakir fukaralığın, kanaatkarlığın, şükrün Müslüman Türkü
mesut eden sırrını, ölüleriyle birlikte yaşama kültürünü, millî ve
manevî değerlere bağlı bir hayatın milletleşme sürecindeki işlevsel
rolünü görmüş geçirmiş bir aksakal, bir hakîm, bir filozof olarak ortaya
koyuyor.
Olay: Şiir,
manzum hikâye değil, saf şiir. Ama barındırdığı olay unsurlarından
hareketle hikâye ya da hikâyeler kurgulanabilir. Kocamustapaşa adlı Rum
vezirin Müslüman ve Türk oluşu hikâyesi ve bundan sonraki hayatı ve
yaptıkları, Türk milletinin İstanbul’un fethinden beri bu semtteki fakir
ama mütevekkil yaşantıları uzun hikâyeler hâlinde canlandırılabilir.
Şair, bütün bunları uzun uzun anlatmıyor; sadece teğet geçen değinmeler
hâlinde hatırlatarak ayrıntıları hayalimize havale ediyor.
Duygu: Şiirde
geçmişe hasret duygusu kuvvetle hissettiriliyor. Ayrıca şairin inanç
birlikteliğine sahip olduğu asil Müslüman Türk milletiyle yaşantı
birlikteliğinden mahrum oluşunun kendi ruhunda bıraktığı acı ve hüzün
duygusu da çok derinlerden hissettiriliyor. Kendisi ve kendisi gibi olan
ve hayat tarzı itibariyle alafrangalılaşmış insanların tarihlerinden,
milletlerinden, milletlerinin millî ve dinî değer ve yaşantılarından
kopuk olmaları yani köksüz olmaları onları öksüz bırakmıştır.
Dolayısıyla şair, millî öksüzlük duygusunu çok bariz biçimde yansıtıyor.
Görüntü:
Şiirde nesnel görüntüler belirleyici konumda. Yani Kocamustafapaşa
semtine ait oldukça gerçekçi, nesnel, canlı görüntüler ve bunların
fotoğrafik tasviri var. Ancak bu nesnel görüntüler, çoğu zaman resimsel
ve hayalî bağlamda öznel görüntülere büründürülmektedir ki metnin
şiiriyyeti de buradan geliyor.
Soyut Görüntü Unsurları:
Simge ve İmgeler:
*Kocamustapaşa semtinde hüznü bir zevk edinenlerin yaşaması: İstanbul’un
fethinden beri bu semtte yaşayan Türk milleti, maddî anlamda yoksuldur,
parası pulu, malı mülkü yoktur, az bir dünyalıkla geçinir gider. Ancak
Allah’a imanı kuvvetlidir, gereken sebeplere teşebbüs ettikten sonra
neticeyi Allah’a bırakarak tamamen O’na teslim olmuştur. Dünyalık
değerler bakımından yoksul olması bu millet için mutsuzluk kaynağı
değil; tam tersine hâline şükrettiği ve elindekine kanaat ettiği için;
İslam imanı ona bu yaklaşımı kazandırdığı için, asıl zenginliğin iman ve
amel zenginliği olduğuna inandığı için mutludur, huzurludur. Maddî
anlamdaki fakirlik hüznü ona manevî anlamda zenginlik sebebi olacağı
için bu hüzün ona keder değil; ancak zevk verir.
Yahya Kemal bu şiirde Türk milletinin
toplumsal ve ekonomik konum itibariyle daha alt tabakalarında yer alan
kesimlerinin toplumsal hayatını konu edinirken; özellikle komünistlerin
istismarcı yaklaşımlarına tepkisel bir tavır geliştirmiştir. Komünist
şair ve yazarlar, fakir halkın edebiyatını yaparken, meseleyi sınıf
çatışması bağlamında değerlendiriyorlar, fakir kesimin fakirliğini
istismar ediyorlar, onları hınça, kine, kızgınlığa, öfkeye sevkediyorlar
ve bu kesimi komünist ihtilal yapmak için araç olarak kullanıyorlar.
Dolayısıyla Komünist edebiyatta fakir halkın fakirliğinden kaynaklanan
hüznü mutsuzluk kaynağı iken; Yahya Kemal’in milliyetçi yaklaşımında bu
hüzün, zevke dönüşüyor. Dolayısıyla komünist edebiyatçılar millet
bütünlüğünü sadece ekonomik ve toplumsal değerlerden yola çıkarak
çatışan sınıflara ayrıştırırken Yahya Kemal, zenginiyle fakiriyle,
padişahıyla halkıyla Türk milletinin tamamını birbiriyle dayanışma,
saygı sevgi içinde, ortak millî ve manevî değerlerde buluşmuş uyumlu,
ahenkli millî bir bütünlük içinde sunuyor. Bir bakıma istismarcı
Komünist edebiyata karşı bütün unsurlarıyla kendi içinde uyumlu bir
millet bütünlüğüne dayalı milliyetçi edebiyatın nasıl yapılacağını
gösteriyor.
*Şairin Kocamustapaşa halkıyla bütün gün bu güzel rü’yâda kalması:
Yahya Kemal, toplumsal konumu, yaşadığı mekan, yaşama biçimi, eğitim
seviyesi ve kültürel yapısıyla Kocamustafapaşa halkından ayrı bir yerde
duruyor. O, zaman zaman İstanbul’un halis Müslüman Türk mahallelerine
ziyaretler yapar ve ora halkını gözlemleyerek kendisinde oluşan
izlenimlerini şiirleştirir. Bu şiir de onlardan biri. Şair, bir gün
geçirdiği Kocamustapaşa semtinin manevî, ruhanî, kültürel, tarihî,
tabii, coğrafî, toplumsal havasından büyük bir haz alır, orada
bulunmaktan mutlu olur ve kendisini bir rüyada gibi hisseder. Çünkü
mensup olduğu Müslüman Türk milletinin bütün değerlerini yaşattığı bir
havayı solumuş ve bundan mutluluk duymuştur. Kendisi onlar gibi yaşamasa
bile hiç olmazsa onlara mensubiyet, bağlılık duygusuyla teselli bulmaya
çalışmaktadır.
*Bu vatan semtine milliyetimizin kuvvetle sinmiş olması:
Türk milleti, İstanbul’un fethinden beri bu semti millî ruhuna göre
yeniden şekillendirerek tam bir Müslüman Türk vatanı hâline getirmiştir.
Yahya Kemal, tarih içinde Türk milliyetinin oluşum ve gelişim seyrini
araştıran ve keşfettikleriyle mest olan bir şair. O, bu tarihsel
yolculukta şunu görüyor: Türk milleti, yerleştiği bir coğrafyayı, dinî
ve millî değerleriyle, millî ruhuna uygun kültür değerleri ve
kurumlarıyla, mimarisiyle, mezarlığıyla, mahallesiyle, ticarî,
toplumsal, dinî hayatıyla, o kuru coğrafyaya kendi milliyetinin ruhunu
sindiriyor ve orayı manevi anlamda huzur ortamına dönüştürerek
vatanlaştırıyor. Kuru coğrafyayı vatanlaştırma konusunda Türk milletinin
uzun bir tarihsel tecrübesi vardır. Büyük kültür ve medeniyet eserleri
üretmek, toplumsal hayatı sağlam, kalıcı, doğru, güzel, faydalı, millî
ve manevî değerlerle düzenlemek, Türk’ün ezelî kabiliyetlerinden
biridir. Kocamustapaşa semti bu anlamda milliyetimizin yani Türk millî
ruhunun, Türk bakış açısının, Türk imarının, Türk inşasının kuvvetle
göründüğü, somutlaştığı bir semttir. Burada artık Türk’ten ve Türk’e
özgü olandan başka bir şey görülmez ve hissedilmez olmuştur. Millî ve
manevî şahsiyet mührümüzü derin bir şekilde buraya vurmuşuz.
*Mânevî çerçevenin burada beş yüz senedir hep berrak olması:
Eski Türk yerleşim alanlarının, şehirlerinin, kasabalarının,
mahallelerinin kendine özgü bir havası vardır. Aile mahremiyetini
yansıtan bir mahalle hayatı vardır. Merkezde cami, etrafında ise
toplumsal, ticarî, kültürel mekanlar ve bunlar etrafında toplaşmış ve
gündelik faaliyetlerini millî ve manevî değerlere bağlı olarak sürdüren bir mahalleli topluluğu vardır. Bu toplumsal hayata rengini veren de İslam maneviyyetidir.
Sabah erkenden bütün mahalleli sabah ezanıyla uyanır, topluca camiye
gider, topluca namaz kılar, alışverişini yapar, fakir fukara gözetilir,
hasta, ölüm ziyaretleri yapılır, ölümler sala ile ilan edilir, kabre
topluca defnedilir, düğünler toplu katılımlarla şenlendirilir, amin
alayları topluca icra edilir vs. Yani bugünlerde başka maksatlarla
üretilen “mahalle baskısı” denilen şey, aslında Türk mahalle hayatına
ruh ve hayatiyet veren manevi bir atmosferdir. İstanbul’un fethinden
beri bu mahalleye, Türk’ün millî ve manevî havası hükmetmektedir ve
berrak bir şekilde sosyal ve metafizik güvenlik şemsiyesi hâlinde
varlığını korumaktadır.
*Yaşayanların Allah’a gidenlerden uzak olmaması:
İslam inancında ölüm bir yok oluş, bir bitiş, bir son değildir. Kısa
bir ayrılık süresidir. Ölen insan sonsuza dek yok olmamıştır. Bir süre
sonra insanlar birbirleriyle sonsuza kadar beraber olacaklardır. Ölen
insan, yaşayan insandan bir süreliğine ayrı kalmıştır, kıyametten ve
haşirden sonra sonsuz bir birliktelik olacaktır. İslam’ın ahiret inancı,
Müslüman Türk’te ölümün ürkünçlüğünü, korkunçluğunu yok etmiştir. Onun
için Müslüman Türk geleneğinde mezarlıklar, şehrin içinde ya da hemen
kenarında yapılır ve yaşayanlar sürekli ölüleriyle beraberdir, Perşembe
günleri, Cuma günleri, arefe günleri ya da başka zamanlarda kabir
ziyaretleri yapılır ve ölülere dualar, ayetler, sureler okunarak onlarla
manevî iletişim kurulur. Yani yaşayan Müslüman Türk, kendisini ölen
Müslüman Türk’ten uzak
görmez. Dünya hakikati ile ahiret hayalini iç içe yaşar, arasında fark
görmez, her iki âlemde birden yaşar. Dünyayla ahiret arasında bir duvar,
uzak bir mesafe görmez. Bunlar birbirine çok yakın komşulardır.
Dolayısıyla Yahya Kemal, başka şiirlerinde ve yazılarında da Türklerdeki
ahiret, mezarlık, ölüm kültürü üzerinde uzun uzun durur. Müslüman Türk,
İslam imanının çerçevesi içinde dünya ve dünya sonrasından oluşan âlem
hayatını bir bütün olarak algılar ve yaşar. Kabir kültürü, Müslüman
milletler arasında en fazla Türklerde yaygındır. Başka Müslüman
milletler, kabre o kadar önem vermezler, ama biz bu konuda pek çok
tören, merasim, edebiyat, kural kaide üretmişiz. Bu biraz da bizim
milliyetimizin bir yansımasıdır. Biz Türkler, atalar kültürüne
cibilliyeten bağlıyızdır. Ata, ecdad saygısı, sevgisi ve bağlılığı bizi
millet yapan ve millet olarak kalmamızı sağlayan millî değerlerimizden
biridir. O yüzden millî bir hususiyetimiz olan atalar kültünü İslam
inancı çerçevesi içinde belli bir geleneğe, kurumsal kültürel yapılara
kavuşturmuşuz. Bunların bir kısmı hurafe bile olsa Yahya Kemal, bunların
millî yapımızın tahkiminde işlevsel olduğu için önemsiyor.
*Sükunet medeniyeti: Yahya Kemal,
“Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.”
Mısralarıyla Türk-İslam medeniyetinin
bir sükunet medeniyeti oluşuna vurgu yapıyor. Türk dediğimiz insan,
fıtraten mülayim, yumuşak huylu, sakin tabiatlı, sessiz ve rahat bir
tabiata sahiptir. Başkalarına güven ve rahatlık telkin eder. Türk’le
karşılaşan insanın ilk izlenimi güven, emn ü eman ve sükunettir. Türk,
fıtraten sahip olduğu bu sükunet hâlini kurduğu mahalle, şehir ve evinde
de hâkim kılmıştır. Toplumsal huzurun, gerginlik ve çatışma ortamında
değil; tam tersine sükunet ortamında oluşunun sırrına vakıf olmuş bir
milletizdir biz. Biz, fazla konuşmayı da sevmeyiz, sakin sakin oturup
derin tefekkürlere dalarız, varlığın, kainatın, zamanın ve mekanın
derunî sırlarını keşfetmeye çıkmış gibi durağan bir hâlimiz vardır. Bu
hâlimizle etrafımızdaki insanlara bir güvenlik atmosferi sağlarız. Yahya
Kemal’in dikkatle gözlemlediği ve huzuru iç sükunetinde yakalamış o
eski Müslüman Türk sükunetine günümüzde ne kadar ihtiyacımız var!...
Yahya Kemal, bununla ilgili olarak bir
yerde şöyle der: "Artık sarahatle (açıkça) biliyordum ki vatan nasıl
tecelli etmişse (somut olarak ortaya çıkmışsa), onu öyle anlamalıdır.
Meselâ Kocamustâpaşa
gibi bir semt, Buhara'da, Semerkand'da bulunmaz. O sadece Türkiye'de ve
Türk medeniyetinin muhassalası (özeti, sentezi, bileşkesi, neticesi)
olan İstanbul'da bulunur. (...) Bir iklimin manzarası, mimarîsi ve halkı
arasında halis ve tam bir âhenk varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu
görünür. İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul'un
eski semtlerinden herhangi birini, meselâ Kocamustâpaşa
semtini (...) seyredince kat'î bir hüküm vererek der ki: Bu halk bu
iklimde ezelden beri sâkindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan
başka unsurlar yaraşmaz."
*Asaletle taçlanan fukaralık:
“Bir afîf âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.”
Müslüman Türk’ün harim-i ismeti olan
aile, onun korunağıdır, sığınağıdır, ilticâgâhıdır. Müslüman Türk,
mahremiyetini bütün boyutlarıyla yaşadığı iffetli aile ortamında
fukaralığını, çaresizliğini, kusurlarını, aczlerini gizleyerek asil
duruşuna halel getirmemeye çalışır. Kendi yağıyla kavrulan Müslüman Türk
ailesi, elindekiyle, elde ettiğiyle yetinerek kanaatın, sabrın,
tevekkülün, yetinmenin, sızlanmamanın, şikayet yerine şükretmenin ne
demek olduğunu hâl diliyle âleme gösterir. Sessizce iffetini muhafaza
ederek yaşama mutluluğu, onu anlamlı kılan temel bir hususiyet olarak
karşımızda duruyor. Müslüman Türk fakirliğini, yani sadece dünyevî
anlamdaki yoksunluğunu, parasızlığını, dünyalık şatafattan uzaklığını
asaletiyle, soylu duruşuyla, manevi zenginliğiyle örtmesini bilir.
Fakirliğini âleme ilan etmez, kimseler bilmesin ister. Yüce ahlakıyla,
asil insani duruşuyla, kanaat abidesi olarak arz-ı endam etmesiyle
gizler. Kimselerden bir şey isteyemez. Yüzü kızarır, kötü bir şey
yapıyor hissine kapılır. Bazıları gibi gece gündüz şirretlik, yüzsüzlük
edip habire şikayet etmez, habire devlet bize bakmıyor diye feryad ü
figan etmez. Kimselere yük olmadan, sessizce yaşayıp gitmenin,
fakirliğini insana değil; Allah’a açmanın daha asilce bir tavır
olduğunun bilincindedir. Dilencilikle, yüzsüzlükle, şirretlikle,
cerbezeyle, milletin ve devletin başına püsküllü bela kesilerek insanî
ve medenî değerini asla düşürmez. Müslüman Türk, asilce var olmayı, asil
bir şekilde ölmeyi var oluşunun temel gereği olarak bilir.
*Aza kanaatla mutluluğun sırrını yakalamak:
“Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak..
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allah’a” diyen
Yaşıyor sâde maişetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten. ”
Müslüman Türk, “Allah malı istediğine,
ilmi isteyene verir” hikmetine inanmıştır. Dünyalık bağlamındaki maddi
değerlere hırsla, ihtirasla sarılarak kendini ve çevresindekileri mutsuz
ve huzursuz eden bir yaratık değildir. Elindeki rızka kanaat ederek
onun şükrünü eda edememenin verdiği eziklikle çevresine sükun ve huzur
yayan bir mübarek adamdır. Nasibine düşen azıcık nimetin bile ne büyük
bir değere ve öneme sahip olduğunun idrakiyle, derin bir filozof ve
büyük bir bilge tavrı gösteren Müslüman Türk, beşere insanlık dersi
veren bir yaşantıya sahiptir. Dünyayı ve içindekileri sonuna kadar
yağmalanacak, talan edilecek bir yer olarak gören açgözlülerin,
muhterislerin, insanlıktan çıkmış beşer canavarlarının asil Türkün
kurduğu bu insanlık ve adamlık medeniyetinden alacağı çok ders vardır. O
kadar çok şeyi elde edemedim deyip kendi kendini yeyip bitiren,
huzursuzluk içinde hayatı ve dünyayı çekilmez hâle getirenlerle,
nasibine düşenin zevkini ve lezzetini hissederek mutlu yaşayan Müslüman
Türk arasındaki fark, büyük filozoflar için bereketli bir düşünce alanı
olmalı.
Hemen burada bir alıntı yapalım:
"Benim Kocamustapaşam fakir bir semti
anlatır. İşte görüyorsunuz tam bir fakir semt tasviri. Fakat
komünistlerce bu şiirin bir kıymeti yoktur. Çünkü onların gayelerine
hizmet etmemektedir...", "Cemiyetle şiirlerimin alâkası yok diyorlar.
Kocamustapaşa'yı görmezlikten geliyorlar. Çünkü onda solcu fikirler
yok.", "Kocamustapaşa'da 1480 ile 1512 yılları arasında yaşayan
Kocamustafapaşa adlı bir zatın yaptırdığı cami var... O semt vaktiyle
bir Bizans semti idi. Bayezid-i Veli'nin bir kölesi vardı: Mustafa.
Sonra sancakbeyi ve vezir oldu. Adı da: Musta Paşa. Müslümanlığı ile
halk arasında şöhret kazanıp Kocamustafapaşa oldu. Sonra Yavuz'un ilk
sadrazamı oldu. Yavuz, Kocamustapaşa'yı ağabeyi Sultan Ahmet taraftarı
sanarak öldürttü...
Koca Mustapaşa hakkında eski tarihler
yanlış şeyler yazarlar: Tellakmış, çırakmış, Sultan Cem'i zehirli ustura
ile öldürmüş diye. Bilhassa sonuncusu bir efsanedir. Çünkü Roma'ya,
Bayezid-i Veli tarafından elçi olarak gönderilmiştir. Berber olarak
gitmemiştir. Aleksandr Borjia bu vazifeyi zaten kendisi mükemmel
yapabilirdi. Fakat o da zehirletmez; zira para çekiyordu. Hasılı
Mustabey'in o zamanki elçiliği, şehzadenin oradaki ikametine ait para işlerini halletmekti.
Kaldı ki Sultan Cem zehirlenerek
ölmemiştir. Roma'dan Napoli'ye hasta olarak nakledilmiştir. Ve Napoli'de
kendi eceli ile ölmüştür. Kocamustapaşa, aslen Rum olduğu hâlde,
Müslüman olduktan sonra İslâmiyeti derin bir hararetle benimsemiş ve
ismiyle anılan semtteki Rum manastırını ve kilisesini camie
çevirtmiştir.", "Koca Mustafa Paşa, Rum. Bir kiliseyi cami yapıyor."
"Bu şiir, baştan başa şairin
çocukluğunda Üsküp'te yaşarken yakından tanıdığı, fakat daha sonra
kaybettiği bir âlemin hayâlini canlandırır. Bu âlem, eski Türk
medeniyetine hâkim olan manevî bir hava ile doludur. Eski Türk
medeniyeti bir "öte fikri"ni taşımasındadır ki bunun da kaynağı dindir.
İslâmiyet, birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ölüm ve ahiret duyguları,
dua, ibadet, âyin, mâbet, mezarlık vs. gibi manevî unsurlarıyla, "dinî
öte" fikrini yaşanılan günlük hayatın tabiî bir parçası hâline
getirmiştir. Yahya Kemal'e İstanbul'un eski semtlerini sevdiren işte bu
havadır."
*Sükunet medeniyetinin yeni terkibi:
“Türk’ün âsûde mizâciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağrifet iklîmi edinmiş bu yeri. “
330-395 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nun
doğusunda kurulup 1453'e kadar hüküm sürmüş devletin adı 'Bizans
İmparatorluğu' ya da 'Doğu Roma İmparatorluğu' idi. O zaman
'Konstantinopolis' denilen İstanbul başkentiydi. Bizanslılar dil ve
kültürel açıdan Hellenist, din bakımından ise Ortodoks Hristiyan idiler.
1453'te Fatih'in İstanbul'u fethetmesiyle bu imparatorluk son
bulmuştur. Ancak Türk’ün rahat, sakin, iç huzura sahip mizacıyla
Bizans’ın kederi belli bir terkibe ulaşarak yeni bir hava oluşturmuştur.
*İstanbul’un fethinin sadece bir şehrin fethi değil, aynı zaman bir ruh fethi olduğu gerçeği:
“Şu fetih vak’ası, yâ Rab! Ne büyük mu’cizedir!
Her tecellîsini nakletmek uzundur bir bir;
Bir tecellisi fakat, rûhu saatlerce sarar:
Koca Mustâpaşa var, câmii var, semti de var.
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu’cizeden,
Hak’dan ilham ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrı’sının mâbedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,
Bir fetih câmii yapmak dilemiş İslâm’a.
Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.”
Yahya Kemal, pek çok yazı ve şiirinde
İstanbul’un fethinin manasını aramaya, felsefesini yapmaya çalışır. Bu,
dünya çapında bir hadisedir. Sadece bir devri kapayıp yeni bir devri
açma, sadece bir şehrin ele geçirilmesi, fethedilmesi olarak
algılanamaz. Aynı zamanda gönüller, ruhlar fethedilmiş, dünya
insanlığının İslam’la şereflenmesine sebep olmuş, karanlığa düşen
insanlara aydınlık alanlar açmış bir büyük hadisedir. Kocamustapaşa
adındaki Rum vezirin Rumluktan çıkıp Müslüman ve Türk olması, işte
İstanbul’un fethi mucizelerinden biridir.
"Osmanlı veziri Koca Mustâpaşa,
aslında Rumdur. Fakat hem Müslümanlığı hem Türklüğü benimseyerek, tam
bir Müslüman Türk paşası olmuştur. Mahallesindeki eski Rum manastırını,
büyük para sarfıyla cami hâline koymuş, bu camiin etrafında kurulan Türk
mahallesi ise, İstanbul'da Müslüman Türklüğün kurabileceği en millî ve
sıcak bir mahalle olmuştur."
Bugün İstanbul’da Fatih ilçesine bağlı bir semt adı olup sınırları içinde Sümbül Efendi Camisi ve Hekimoğlu Ali Paşa Camisi yer almaktadır.
"Kocamustafa Camii (Sünbül Efendi
Camii), VI., VII., yüzyıllara ait bir Andreas manastırından bozmadır.
Kocamustafapaşa semtinde yer alan yapı, Basileios I ve Mikhael VIII
zamanlarında onarılarak kilise hâline getirildi. II. Bayezid'in
sadrazamı Koca Mustafa Paşa tarafından camie çevrildi (1489)."
Ayrıca şunu da söyleyelim, müslümanlar fethettikleri yere fethin sembolü olarak bir cami yaparlardı.
*Karanlık maddenin nuranî mana ile aydınlanması:
“Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşayanlar da, ölenler de huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
Hafız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, o, bir nura sarılmış yatıyor.”
Yahya Kemal, şiir ve yazılarında hep
İslam imanının ruhanî yapısı ve güzel sanatlar şeklinde tecelli eden
kültürel unsurlarının ve saf tabiatın birleşerek karanlık, sıkıcı,
bunaltıcı madde dünyasını birden aydınlattığını, huzur veren bir yapıya
büründürdüğünü vurgular. İslam’ın dünyaya, insanlığa yaydığı nur, saf
tabiatın parçaları olan sarmaşıkların güzelliği ile İslam imanının
kültürü olan hat sanatı gibi süsleme sanatlarının güzelliği iç içe
geçerek, bir araya gelerek mezarlığın siyah toprağını, ruha kasvet veren
karanlık ortamını birden aydınlatıyor.
“Hâfız Osman, Osman bin Ali (İstanbul,
1642-1698) adlı Türk hattatıdır. Vezir, Köprülü-zade Mustafa Paşa’nın
himayesinde yetişti. Hafız oldu. Hayatını yazı ile kazandı. 1672’de
Mısır’a, 1676-77’de de hacca gitti. Hacda bile hatla meşgul olmuştur.
Bir süre Edirne ve Bursa’da bulundu. Saray-ı Âmire’de hocalık yaptı.
1694’te Sultan II. Mustafa’ya yazı hocası oldu. Ayrıca III. Ahmed’e de
hocalık yaptı.
Tasavvufa eğiliminden dolayı
Kocamustafa Paşa şeyhi Seyyid Alâeddin Efendi’ye intisab ederek
Sünbüliyye tarikatına girdi. Güreşe merakı vardır. Kocamustafapaşa‘da
mensup olduğu Sünbülefendi tekkesi haziresine gömülmüştür. Önceleri Şeyh
Hamdullah üslûbunda eser vermiş, daha sonra kendi üslûbunu bulmuştur.
Ancak ikisi arasındaki fark azdır. Türk hattatları ikisini de üstat
sayarlar.
Sülüs ve nesih yazı tarzında kendine
has bir ekol meydana getirdi. 'İkinci Şeyh' unvanını aldı. Nesih ve
sülüs hattıyla ilk hilye levhayı o yazdı. Onun üslûbunda aklâm-ı sitte
yazılarında harfler gövde duruş bakımından çok güzel bir şekle
girmiştir. Günümüzde bile Türk ve Arap ülkelerindeki hattatlar Hafız
Osman üslûbuna bağlı kalmaktadırlar. Yahya Kemal, bu mısrada onunla
birlikte bir büyük sanat ışığının, eşşiz bir hat üslûbunun sona erdiğini
söylerken o değerde bir sanatın daha henüz gelmediğini de vurguluyor.
*Manevi atmosferin şiirselliğini hissetmek:
“Gece, şi’riyle sararken Koca Mustâpaşa’yı
Seyredenler görür Allah’a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyâretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan.”
Yahya Kemal, Müslüman Türk
mahallesinin ürettiği manevi havanın, ruhanî atmosferin şiirsel
nitelikli güzelliklerinin farkına varabilen nadir Türk aydınlarından ve
şairlerinden biridir. O, içinde yaşamasa da hep dışardan bu manevi
havayı koklamaya ve hissettiklerini yazmaya çalışmıştır. İyi bir
gözlemci olarak şair, Müslüman Türk mahallelerinin toplumsal hayatını
ören İslam maneviyyetinin sırrını
keşfetmeye çalışmıştır. Bu mahallenin gecesi bile insana kasvet vermez,
insanı huzurlu, nurlu eden bir havası vardır. İnsanı başka dünyalara
götüren, ruh iklimlerinde dolaştıran, insana insan oluşunu hatırlatan
bir havası vardır. Şiir gibi bir havadır bu. Müslüman Türkün
mahallesindeki gece, oyun oynaş, içme, tepinme, çalgı gürültü gecesi
değildir, şehvetin ve şiddetin cirit attığı karanlık, kötü, boğuntulu
bir gece değildir. Müslüman Türkün gecesi insana Allah’ı düşündürten bir
gecedir. Müslüman Türkün gecesi, insanın cesedini azdıran değil; ruhunu
yücelten ve incelten bir ortamdır.
*Türk aydınının ruhen, kalben halkıyla bütünleşmesi:
“Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
“Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskin eder endîşeliyi;
Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın rûhu yanar.
Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak! ...”
Burada önce bazı kavramlar hakkında bilgi verelim. Hâtif,
kendisi görülmediği hâlde gayipten, belirsiz bir yerden sesi duyulan,
mesaj ileten, çağıran, seslenen, fısıldayan birisi ya da bir melek.
Sünbül Sinan, Halvetiye tarikatının
Cemaliye kolunun Sünbüliye şubesinin kurucusu ve asıl adı Yusuf Sünbül
olan Türk mutasavvıfıdır. Halk arasında Sünbül Sinan Efendi diye
bilinir. 1452'de Merzifon'un Borlu kasabasında doğdu. 1465'te İstanbul'a
geldi. 1489'da Şeyh Cemaleddin Halvetî'nin dergâhına derviş olarak
girdi. Sultan İkinci Bayezid Han'ın hocası Çelebi Efendi'den,
Efdalzade'den ders aldı ve daha sonra onun yerine geçti. 1496'da Şeyhi
onu Mısır'a gönderdi. Burada 1494-1497 arasında 3 yıl kaldı.
Şeyhinin ölümünden sonra
Kocamustafapaşa Dergâhı’nın şeyhi oldu. Şeyhi Çelebi Halife hacda ölünce
onun vasiyeti üzerine İstanbul'a dönüp kızı Safiye Hatun'la evlendi ve
Kocamustafapaşa’daki dergâhta 33 yıl süreyle yüzlerce talebe yetiştirdi.
Ayasofya ve Fatih camilerinde verdiği ders ve vaazlarıyla hasta
kalplere şifa dağıtıp Ehl-i sünnet itikadının yayılmasını sağladı. Uzun
yıllar Mısır'da kalan Sünbül Sinan Efendi, burada Hükümdar Kaçmaz Sultan’ın büyük
hürmetini gördü. 80 yaşında 1529'da İstanbul'da vefat etti. Türbesi,
Kocamustafapaşa'da kendi adını taşıyan caminin avlusunda bulunmaktadır. O
zamandan beri binlerce âşığı ziyaret ederek onun feyz ve bereketinden
nasipleniyor. Mevlevîler gibi sema ederdi. Eserleri: 1. Risâletü'l-Etvâr: Sünbüliye tarikatının inceliklerini anlatır. 2. Risâle-i Tahkîkiyye: Devran ve semaların İslâm’a aykırı olmadığını ispat eder.
Özellikle Tanzimat’tan bu yana bir
kısım Türk aydını batılılaşarak kendi milletinden koptu, ondan
uzaklaştı, halkına yabancılaştı, hatta halkına hakaret etti, onu
dışladı. Bu trajik bir durum olarak çok yaşandı. İşte tam bu noktada
Yahya Kemal, Türk aydınına asil bir duruş sergileyerek gerçek aydının ne
ve nasıl olması gerektiği hususunda bir ders veriyor. Aydın
yaşantısıyla farklı olsa bile mensup olduğu milletine saygı duymalı,
hatta onun kültürünü benimsemeli, onunla birlikte olmaktan, aynı ruhu ve
duyguları paylaşmaktan mutlu olmalıdır. Kendi halkına ve milletine
yakın duran, onunla aynı kumaştan olduğunu hisseden aydın mutlu ve
huzurlu olur. Halkından kopmuş, hatta ona düşman olmuş olan aydın
huzursuzdur. Yahya Kemal, vatanı fetheden Türk atalarının ruhuyla
birlikte yaşamayı, onlarla aynı havayı teneffüs etmiş olmayı, Türk
milletinin mana ve kültür havasını solumayı kendisini memnun ve mutlu
eden bir hadise olarak algılıyor. Yahya Kemal, tarihiyle, kültürüyle,
diniyle, diliyle, atalarıyla, halkıyla tam bir ruhsal bütünleşme içine
girerek aydın olma işlevini yerine getirmeye çalışmıştır. Kocamustapaşa
semtini de Müslüman Türkün bütün değerlerini yaşadığı bir yer olarak
görmüş ve buranın temsilciliğinde milletimizin kültür dünyasını bize
aktarmaya çalışmıştır. Müslüman Türk mahallesi ortamında bulunmayı bir
çeşit kendisini tedavi eden, huzura kavuşturan, vicdan azabını dindiren
bir terapi olarak algılıyor.
*Millî ruhun mekanı şekillendirmesi:
“Bu geniş ülkede, binlerce lâtîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Manevî varlığının resmini çizmiş havaya.
Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yâya.”
İnsan toplulukları çok kuvvetli
inançları ve kültürleri varsa içinde yaşadıkları mekanı kendi ruhları
doğrultusunda çok güzel şekillendirebilirler. Kültürleri, medeniyetleri,
ruh dünyaları, inançları zayıf toplulukların içinde yaşadıkları
mekanlar bomboştur, ruhsuzdur, karanlıktır, kasvet vericidir,
korkunçtur, ürkünçtür. Bu bağlamda çok kuvvetli ve derin bir Türk İslam
kültür ve medeniyetine sahip olan Türk milleti, içinde yaşadığı
mekanları, mahalleleri, şehirleri, köyleri, kasabaları insana huzur
veren bir manevi atmosfere büründürmeyi becerebilmişlerdir. Yahya Kemal,
bu etkileyici, büyüleyici havayı soluyup derinliğini idrak edebilen
nadir aydınlardan biridir. Atalarımız kökleştikleri yerlerde rüyaya
benzer bir maneviyat atmosferi oluşturmuşlardır.
*Aydının milletine ve değerlerine olan yabancılaşmasının onda oluşturduğu huzursuzluk:
“Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!”
Yahya Kemal, Türk-İslam hayat
tarzlarını, gelenek, görenek ve ibadet şekillerini tam olarak yaşamayan,
hatta hiç yaşamayan bir Türk şairidir. Bu yönüyle O,
Tanzimat sonrası süreçte örneği bolca görülen inançlarından, millî
değerlerinden, kültüründen, geleneklerinden kopmuş bazı aydınların
temsilcisi gibidir. Fakat onlardan bir farkı vardır. Yahya Kemal, hiç
olmazsa duygu bakımından, ruh bakımından milletiyle birlikte olmaktan
mutluluk duyar.
O öz varlık olan manzara, Müslüman Türk’ün ortaya
koyduğu İslamî ve millî yaşama biçimidir. Fakat batılılaşmış bazı Türk
aydınları, Müslüman Türk yaşama biçiminden kopmuştur. Köksüzlük yani,
kendi milletinin değerlerinden kopmuş olma hâli, kendi köklerine bağlı
kalmama hâli, atalarının inançlarına ve yaşama biçimine uzak durma hâli,
insanda derin iç yaralar açar, huzursuzluk doğurur, bunalımlara,
buhranlara sebep olur. Bu durum, dünyada insanın başına gelebilecek
sınırsız ve hüzünlü bir öksüzlük hâlidir. Şair, mensup olduğu Türk
milletinden kopmuş, ona yabancılaşmış bu huzursuz aydınların hâlini kökü
toprakta kalıp kendi kesilmiş ağaca benzetiyor. Böyle insanlar,
teselliyi kendi millî değerlerinde değil de yabancı rüzgarlarda, yabancı
inanç, yaşama biçimi ve kültürlerde arar. Yani yabancılaşma hâlidir bu.
Nazım Şekli:
Bu şiir, Yahya Kemal’in birçok şiirinde olduğu gibi kafiyelenişi
bakımından düz kafiyeli nazım şekline sahiptir. Her beyit kendi içinde
kafiyelenmiştir. Mısra kümelenişi bakımından ise bentlerle kurulmuş bir
şiirdir.
Dil ve Üslup:
Şiirde bugün itibariyle anlaşılması sözlük yardımına ihtiyaç
hissettiren Arapça ve Farsça dil unsurlarına rastlanmaktadır. Ancak
şiirin yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda bunun normal olduğu
anlaşılacaktır.
Şiirde lirik üslup kuvvetle hissedilmektedir. Ayrıca tasvirî üslup ve yalın üslup da kendi varlığını hissettiriyor.
Ahenk:
Yahya Kemal, şiirini ahenkli kılabilmek için daha çok kafiye ve
vezinden yararlanmıştır. Kafiye uygulamasında pek çok şiirinde olduğu
gibi bunda da başarılıdır. Özellikle tam kafiyelerdeki güzellik çok
belirgin.
Vezin: Şiir, aruzun “Fe’ilâtün / Fe’ilâtün / Fe’ilâtün / Fe’ilün” kalıbına dökülmüş.
[1] Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İst, 1985, s. VII, 5
[2] Sermet Sami Uysal, İşte Gerçek Yahya Kemal, Y. Kemal'le Sohbetler, İst. 1972, s. 158, 168, 204, Yahya Kemal, Yahya Kemal'in Dünyası, hzl. Süheyl Ünver, İst., 1980, s.83
[3] Mehmet Kaplan, Doğumunun 100. Yılında Yahya Kemal Beyatlı, İst. 1984, s. 108,
[4] Nihat Sami Banarlı, Bir Dağdan Bir Dağa, İst. 1984, s. 44
[5] Pars Tuğlacı, Osmanlı Şehirleri, İst. 1985, s.164
[6] bk. Ali Alparslan, Ünlü Türk Hattatları, Ankara 1992.
[7] bk. İlhan Ovalıoğlu, "Sünbül Efendi", Hayat Tarih, Haziran 1976, S.6, s.70
0 Yorum -
Yorum Yaz
Prof.Dr.Nurullah ÇETİN - Mehmet Ali KALKAN’ın “KUTSAL ÖĞÜT” isimli şiirinin tahlili
( Sayı: 19 ) Ocak 2010
28 Ocak 2010 10:58
Sarı Saltuk mu, Küpeli Hafız mı, Dede Korkut mu, Kumral Abdal mı
bilinmez belki de hepsinin, bey olanlara, bey olacaklara
söyledikleridir.
Kılıç iyi, kalem iyi,
Birisini silmek olmaz.
Bey Kayı'nın gözbebeği,
Başkasını bilmek olmaz.
Dinlemezsen ağıt olur,
Dinler isen öğüt olur,
Bey Kürşat'ça yiğit olur,
Gök ekini yolmak olmaz.
Bey aman diyeni yenmez,
Bey kin tutmaz, bey gücenmez,
Bir lâf iki türlü denmez,
Denen söze ilmek olmaz.
Hem dövüş bil hem toyunu,
Elbet bozar zor oyunu,
İllâki Oğuz soyunu,
Dilim dilim dilmek olmaz.
Bey her zora göğüs gere,
Yüz yüzü, göz gözü göre,
Bu ki Ötüken'den töre,
Su görende dalmak olmaz.
Daim olmaz beyde tasa,
Kaptırmaz kendini yasa,
Denizden yol açtı asa,
Giden yerden gelmek olmaz.
Olmasın milletin üzgün,
Kutlu ülkü senin yazgın,
Sal atları dolu dizgin,
Boşa kılıç çalmak olmaz.
Gökte uçar Huma Kuşu,
Kutlu Dağ'da Yada Taşı,
Devlet ki Oğuz'un işi,
Devamlıdır, bölmek olmaz.
Devletliler devlet arar,
Devletsizler vatan arar,
Vatan uğruna can arar,
Vermeyince almak olmaz.
Çokça çalış misal arı,
Ekmeyince çıkmaz darı,
Ağlar iken başkaları,
Bey olana gülmek olmaz.
Kılıç ya kında durmalı
-İllâ yakında durmalı-
Ya vurdu mu tam vurmalı,
Bey gönüle taht kurmalı
Bu dünyada kalmak olmaz.
(Geceye Göz Ekledim, Ankara, 2001, s.28)
Konu: İdeal bir Türk beyinin
nitelikleri. Şiir konusu itibariyle siyasetname ve pendname geleneğinin
modern bir türüdür. İslam ve Türk edebiyatlarında ve tarihinde devlet
yöneticilerine öğüt veren, yöneticilik, devlet idare etme sanatı
hakkında bilgi veren, tavsiyelerde bulunan ahlaki, eğitici, öğretici
nitelikte oldukça zengin ve sağlam bir siyasetname geleneği vardır.
Müslüman ve Türk alimleri, bilgeleri, fikir ve sanat adamları, devleti
yönetecek olan kişilere uyarı, bilgilendirme ve bilinçlendirme
görevlerini sorumluluk bilinciyle yerine getirmişlerdir. O bakımdan
Türk-İslam geleneğinde devlet yöneticisi bilginin, hikmetin, alimin
kontrolündedir.
Bizde ümera yani yöneticiler, ulemanın yani ilim
adamlarının ayağına gider. Türk-İslam alimleri, hem İslam kaynaklarına
hem de Türk töresine uygun olarak siyasetname ve pendname türünde pek
çok eser verdiler. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Koçi Beyi Risalesi gibi pek çok siyasetname saymak mümkündür.
Mehmet Ali Kalkan, günümüz Türk beyi adayları ya da
beyleri için hem İslam hem de Türk töresine uygun bir yöneticilik
felsefesini içeren manzum bir siyasetname yazmıştır.
İzlek: Türk milleti, ancak
bilgili, tecrübeli, akıllı, iradeli, güçlü, karizmatik, hakka, adalete,
bilgiye, fazilete, ehliyete, liyakate önem veren, tam bağımsızlıkçı ruha
sahip, Hakk’ın ve halkın hatırından başka hatır tanımayan, milletinin
menfaatlerini her zaman koruyan, tam bir millî ve İslamî şuura sahip
büyük beyleri sayesinde ayakta kalabilir ve ilerleyebilir.
Düşünce: Şiir, hakîmane
tarzda bir metindir ve dolayısıyla hikmet şiiridir. Şair, okuduğu
kaynaklardan, tarihsel ve güncel tecrübelerden, muhakeme ve
mukayeselerinden hareketle Türk milletinin nasıl bir bey tarafından
yönetilirse daha mutlu, huzurlu ve güvende olacağını düşünmüş ve bu
doğrultuda manzum bir siyasetname metni üretmiştir.
Olay: Şiirde belli bir olay
yoktur. Ancak Türk tarihi boyunca olmuş, önemli sayılabilecek bütün
toplumsal ve siyasi olaylardan süzülmüş bir metin üretilmiştir.
Varlık: Bu metinde birçok
somut nesne yer alıyor ve şair, bunlara sezgici/idealist açıdan yorum
getirerek maddenin kendisini değil; soyut değerlerini ön plana alıyor.
Duygu: Metin, düşünce şiiri olduğu için bunda duygu unsuru, hemen hemen hiç yer almıyor. Lirik olmaktan çok didaktik bir metindir bu.
Simgesel, İmgesel Yapısı ve Metinlerarası İlişkiler:
*”Kılıç iyi, kalem iyi, / Birisini silmek olmaz.”:
Burada “kılıç”, askerî iradenin, gücün, maddi iktidarın ve hâkimiyetin
simgesidir. “Kalem” ise bilginin, irfanın, siyasetin, manevi hâkimiyetin
simgesidir. Türk devlet geleneğinde bu iki simge, temel değerlerdir.
Biri birisiz olmaz. O yüzden Türk devlet yapısı ve geleneği izah
edilirken “ehl-i seyf ve’l-kalem” yani “kalem ve kılıç sahibi” ifadesi
kullanılır.
Türk devlet yapısında “kılıç”ın temsilciliğinde
askerden oluşan seyfiye ve “kalem”in temsilciliğinde alim, müderris,
şeyhülislam, şair gibi kişilerden oluşan ilmiye, iki önemli sınıftır. Bu
iki sınıfın çatışması değil uyuşması, birbirleriyle uyumlu olması
devleti ve toplumu yüceltir, ilerletir ve mutlu kılar.
Türk sultanlarına "sahib-i seyf ü kalem"
yani “kılıç ve kalem sahibi” denir. Yani Türk hakanı, hem maddi hem
manevi güce sahiptir. Hem adaleti sağlamak, haksızlığı gidermek, zulmü
ortadan kaldırmak için güçlü bir orduya, hem de insanlığı, medeniyeti,
kültürü yaymak, insanları aydınlatmak için ilme sahiptir.
Türk edebiyatında Şa'banzade Mehmed Muhteşem'in Münazara-i Tığ u Kalem
(Kılıç ve Kalem’in Tartışması, 17. yy sonları) adında bir eseri vardır.
Burada kalem ve kılıç, birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışırlar.
Tabii bu mücadelede kaleme öncelik verilir.
Şinasi de Mustafa Reşit Paşa için yazdığı bir ”Kaside”de şöyle der:
“Seyf nev-i beşerin sun-i yedidir lâkin
Denilir levh ü kalem hâliki Rabb-i müteâl”
(Kılıç, insan eli tarafından yapılan bir şeydir. Fakat kağıt ve kalemin yaratıcısının Allah olduğu söylenir.)
Yine bir başka kasidesinde de şöyle der:
“Kalem kılıç olup aklın debîr ü cellâdı
Biri işâret ederse biri eder tedmîr”
(Kalem aklın yazıcısı, kılıç da celladı olur. Biri işaret eder, öteki de yok eder.)
Bu metinlerde genellikle kalem, kılıca tercih edilir.
Fakat Mehmet Ali Kalkan, son derece doğru bir görüşle bu şairlerden
farklı olarak ikisini bir değerde görür. İkisi de eşit derecede
lazımdır. Biri birisiz olmaz. Türk devlet ve millet yapısı, ancak bu iki
değerin birbirine omuz vermesiyle ayakta kalabilir. Hele bugünlerde
Türk ordusuna dışardan ve içerden birtakım karanlık odaklar büyük bir
saldırı başlatmışlardır. Türk millet varlığını koruma azminde olan Türk
ordusu, Türk düşmanlarının hedef tahtasındadır. Çünkü Türk milletini
tasfiye sürecinde en önemli engel olarak Türk ordusunu görmektedirler.
Türk ordusu etkisiz hâle getirilirse emperyalist Batı, üstümüze kolayca
çullanabilir, PKK söylemine dayalı Kürtçü siyaset emellerine kolayca
ulaşabilir.
O bakımdan maddi ve manevi Türk millet varlığını
koruma azim ve kararlılığında olan Türk ordusu (kılıç) ile milliyetçi
Türk aydınlarının (kalem) el ele, omuz omuza vererek iç ve dış tehdit ve
tehlikelere karşı kararlı duruşlarını sağlam tutmaları gerekiyor.
Mehmet Ali Kalkan, ”birisin silmek olmaz” derken âdeta günümüzdeki bu çarpıklığa dikkat çekiyor.
*”Bey Kayı'nın gözbebeği, / Başkasını bilmek olmaz.“:
Kayı, Oğuz Türklüğünün 24 boyundan biri olup Osmanlı hanedanı da bu
boydandır. Tabii burada mecaz-ı mürsel sanatıyla bütün Türkler
kastedilmiştir. Buna göre Türk milletinin beyi, yani lideri, önderi,
hakanı, başbuğu âdeta gözbebeğidir. Türk milleti, iradeli, bilgili,
hikmetli, irfan sahibi, güçlü, sağlam, ufku geniş önder etrafında
kenetlenen ve kenetlenmesi gereken bir millet yapısına sahiptir. Biz
tarih boyunca her yönden güçlü, güven veren, asil, iradeli Türk
beylerinin liderliğinde büyük işler yaptık. Onların önderliğinde büyük
devletler kurduk, büyük fetihler yaptık, büyük medeniyetler ortaya
koyduk. Başımızda iradeli büyük hakanlarımız olmadığı zamanlar, bizim
fetret dönemlerimizdir. Son büyük Türk hakanı başbuğ Atatürk’tür. Onun
fevtinden bu yana da fetret dönemi yaşıyoruz. Günümüz Türk milleti de
kaht-ı rical yani adam kıtlığı içindedir.
Fetret dönemi ya da kaht-ı rical olması ne demektir?
Bu aslında bizim için çok önemli bir durumdur. Mehmet Ali Kalkan’ın
deyişiyle gözbebeğimiz diyebileceğimiz, güvenebileceğimiz, peşinden
gidebileceğimiz beyimiz olmayınca ahalimiz başkasını bilmeye, başkasını
tanımaya, başkasının uyruğu; hatta sürüsü olmaya başlıyor. Bugün
milletimizin bir bölümü hem kandırılarak hem de başımızda bey gibi bir
Türk beyi olmadığından kendine Rusya’yı, Çin’i, Amerika’yı, Avrupa
Birliği’ni, şunu bunu bey bilmeye başlıyor, onların buyruğuna giriyor.
Mehmet Ali Kalkan, “başkasını bilmek olmaz” derken aslında emperyalizme
yem olan bu kesimi uyarıyor. Türk milletine diyor ki, başına bey olarak
kendinden birilerini seç, millet mistiği bir Türk beyi seç, Türk’ten
başkasını kendine bey bilme, hele Haçlı gavurlarını hiç bey bilme; yoksa
yok olur gidersin. Şair, burada Türk milletini zihinsel emperyalizme
karşı uyanık olmaya davet ediyor. İçinden kendi beyini çıkar, ona tabi
ol, gidip de gavuru kendine bey bilme, yabancıdan bey arama diyor.
*”Dinlemezsen ağıt olur, / Dinler isen öğüt olur,”:
Evrensel anlamda insanın insan oluşunun temel vasıflarından birisi, iyi
niyetli, bilgili, tecrübeli, ilim irfan sahibi insanları, hele
kendinden olan, kendi lehine söz söyleyen insanları dinlemesini
bilmesidir. Türk milleti, kimin sözüne kulak vereceğini bilmelidir.
Kendi alimini, şairini, yazarını, romancısını, gazetecisini,
televizyoncusunu iyi seçmelidir. Bugün gazete ve televizyonlar, Türk
milletine düşmanlık besleyen, Türk’e Türk düşmanlığı propagandası yapan,
Amerika’nın, İsrail’in, Avrupa Birliği’nin, şunun bunun sözcülüğünü
üstlenen, Türk milletinin zararına konuşup yazan, aydın, entelektüel
denilen kişilerle dolmuş vaziyettedir.
Türk milleti kendi aydınlarını dinlemiyor, görmüyor,
ehemmiyet vermiyor, gidiyor kendine düşman olan, kendisini tarih
sahnesinden silmek isteyen adamları dinliyor. Âdeta onların alavere
dalaverelerinde hikmet arar, keramet bulur hâle gelmiş. Başına kendinden
olmayanları üstat, şeyh, aydın, bilim adamı dikmiş, onların ağzına
bakıyor.
Şair, Türk milletini bu anlamda da uyarıyor. Diyor
ki: “Ey Türk! Senin dilinden, dininden, cinsinden olan ve senin iyiliğin
için çalışan sahih Türk aydınlarını, alimlerini, ariflerini dinle.
Onların sözüne kulak ver. Bunların sözünü dinlemezsen ağıt olur; yani
sonra ah vah edersin. Elinden vatanın, toprakların, madenlerin,
bankaların, işletmelerin, fabrikaların, sigorta şirketlerin, kültürün,
dinin, siyasetin; her şeyin elinden alınır, sonra da sen ağıt yakarsın,
ah vah edersin ama iş işten geçmiş olur.
Ama kendi aydınlarının sözünü dinlersen o zaman
dinlediklerin senin işine yarayan, yarana merhem olan, geleceğini
güvence altına alan öğüt olur. Onun için senin millî kimliğini, dinini,
vatanını, bağımsızlığını koruma uğruna mücadele veren aydınlarına,
siyasetçilerine kulak ver, onları dinle. Sakın senden olmayan ve senin
aleyhine çalışan karanlık odaklara, suret-i haktan görünen gerçekte ise
karanlık emeller taşıyan taşeronlara, Amerika’nın, Avrupa Birliği’nin,
Ermenicilerin, Kürtçülerin, şunun bunun taşeronlarına yüz verme, onlara
kulak asma, onları kendileriyle baş başa bırak, ne halleri varsa
görsünler.
*”Bey Kürşat'ça yiğit olur, / Gök ekini yolmak olmaz.”:
Türk devlet ve toplum yapısında “bey”, gerçek Türk beyi, Kürşat gibi
yiğit olur. Kürşat gibi yiğit olmak ne demektir? Korkusuz olmak, cesur
olmak, başka devletlerin, ideolojilerin, kurumların, kişilerin önünde
eğilmemek demektir. Şahsiyetli duruş sergilemektir. Milletinin ve
devletinin haklarını sonuna kadar savunmak demektir. Kürşat gibi yiğit
olan bey, vatanını karış karış gavura satmaz, devletinin idaresine
Amerika’yı, Avrupa Birliği’ni, şunu bunu ortak etmez, yapacağı
anayasayı, çıkaracağı kanunları yabancı devletlerin dayatmasıyla yapmaz,
tamamen kendi milletinin talepleri ve iradesi doğrultusunda yapar.
Kürşatça yiğit olan Türk beyi, milletini gavur istedi diye kabilelere,
etnik gruplara, dillere, kültürlere, coğrafyalara bölmez. Kürşatça yiğit
olan Türk beyi, Amerika’nın, şunun bunun değil; sadece Allah’ının ve
milletinin emrinde olur.
Bu mısrada metinlerarasılık bağlamında Kürşat Destanı’na çağrışımsal bir gönderme vardır. Bu destanı kısaca hatırlayalım:
Büyük Göktürk Devleti’nin yıkılışından sonra Türkler,
Çinliler tarafından esir alınmıştı. Çinliler Türklere Çince öğreterek,
Çin elbiseleri giydirerek, Çin âdetlerini ve yaşama biçimini
benimseterek Türklüklerini unutturup Çinlileştiriyorlardı. Kürşat ve 40
yoldaşı yiğit Türk, esaretten kurtulup yeniden büyük Türk devletini
kurmak için isyan ve ihtilal çıkarırlar. Çin sarayını basarlar. Ancak
karşılarına sayısız Çin askeri çıkar. Kürşat ve 40 askeri tamamen
ölünceye kadar savaşırlar. İhtilal başarısız olur ama geride kalan
Türkler bundan aldıkları cesaretle ayaklanıp özgürlüklerine yeniden
kavuşurlar ve İkinci Göktürk (Kutluk) Devleti’ni kurarlar.
Mehmet Ali Kalkan, “Bey Kürşatça yiğit olur” derken
şunu vurgulamak istiyor: Türk Beyi, gücünün azlığına çokluğuna bakmadan,
hiçbir mazeret uydurmadan, ümitsizliğe düşmeden, milletini tam bağımsız
ve bağlantısız hür bir vatanda, hür bir devlette yaşatmak için,
etrafını kuşatan esaret zincirlerini kırmak için, sonunda yenilgi olsa
bile, “zilletle yaşamaktansa izzetle ölürüm” inancıyla kanının son
damlasına kadar savaşır.
Bugün Türk milleti, Batının ekonomik emperyalizmine,
siyasi baskılarına, kültür emperyalizmine maruz kalarak siyaseten,
ekonomik olarak, kültürel olarak, bilimsel ve teknolojik olarak Batının
âdeta esareti altındadır. Bu esaret zincirlerini kıracak yani kendi
ekonomimize kendimizin hâkim olduğu, siyasetimizin hür irademizle
şekillendiği dayatmalarla, emirlerle, talimatlarla anayasa, kanun
yapmadığımız, millî kültürümüzü yaşayıp geliştirebileceğimiz bir millî
vatan ve devlet oluşturacak yiğit Kürşatlara ihtiyacımız vardır.
Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin sömürgeci emperyalist baskılarına
karşı siyasetle, bilimle, kültürle, sanatla, edebiyatla ihtilal yapacak
yiğit Türk öncü birliklerine ihtiyaç vardır.
Bugün teslimiyetçi zihniyete sahip olan ibişler,
“gücümüz ne ki Batı emperyalizmine kafa tutabilelim” mazeretine
sığınıyorlar. Yiğit Türk komutanı Kürşat, 40 arkadaşıyla böyle
düşünmedi. Koca bir Çin ordusuna kafa tutacak gücümüz mü var deyip
yerinde otursaydı Türk milleti eriyip gidecek ve yok olacaktı. O, bir
meşale yaktı, kendisini feda etti ama arkadan milletin kurtuluşu geldi.
Millî Mücadelemiz sürecinde Atatürk de aynı şeyi yaptı. Önemli olan
imandır, kararlılıktır.
Ayrıca “gök ekini yolmak” ifadesi de Yunus Emre’nin bir şiirinde geçer. Yunus şöyle der:
“Şu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi”
Buradan hareketle Kürşatça yiğit olan Türk beyi,
olgunlaşmamış, yeşil, gök, ham olan Türk gençliğinin boşu boşuna
harcanmasına izin veremez. Türk gençliği ilimle, irfanla, ahlakla, millî
duygularla olgunlaştırılmalıdır. Genç, taze çağında, oyunda oynaşta,
fuhuşta, kumarda, topta popta, ıvırda zıvırda çürütülmemelidir.
*”Bey aman diyeni yenmez, / Bey kin tutmaz, bey gücenmez,”:
Mehmet Ali Kalkan, uzun Türk tarih tecrübesinden hareketle ideal bir
Türk beyinin, model bir Türk idarecisinin nasıl olması gerektiği
konusunda veciz ifadelerle meseleyi ayan beyan ortaya koyuyor. Türk
beyi, aman dileyeni kalleşçe öldürüp yok etmez, kendisine sığınanı
affeder, korur. Yardıma muhtaç olana yardım eder, açı doyurur, çıplağı
giydirir. Türk beyi halkını koruyup gözetir. Bey, halkına kin tutmaz,
gücenmez. Burada tabii günümüz şartları için şuna gönderme var. Türk
devlet yöneticisi, kendisine muhalefet edeni, eleştireni yok etmeye,
cezalandırmaya çalışmamalıdır. Kin tutup güceneceğine eleştirilerden
ders çıkarmasını bilmeli, yanlışlarını düzeltmek için bu eleştirileri
fırsat bilmelidir. Muhalefetsiz bir iktidar her yaptığını doğru
zanneder, bu da ülkenin felakete sürüklenmesi demektir. Bir devlet
yöneticisi, dost görünen yalakalarını değil; samimi, iyi niyetli
muhaliflerini dinlemelidir.
Burada hemen Şeyh Edebalı’nın Osman Gazi’ye şu nasihatını hatırlamalı:
“Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana...
Güceniklik bize; gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak sana…
Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana… Geçimsizlikler, çatışmalar,
uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız,
haksız yorum bize; bağışlama sana.... Bundan sonra bölmek bize;
bütünlemek sana... Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek,
şekillendirmek sana...”
*”Bir lâf iki türlü denmez, / Denen söze ilmek olmaz.”:
Şair, burada ahlaki bir değere gönderme yapıyor. Dürüst, şahsiyetli,
güvenilir, özü sözü bir, açık mert insanlar, erkekçe ne diyecekse açıkça
söyler. İnsanları kandırmaz, aldatmaz, uyutmaz, uyuşturmaz. Canbaz
politikasıyla her manaya gelecek sözlerle insanları oyalamaz, aldatmaz.
Özellikle politikacılarımız, saf halkımızı iki türlü, üç türlü, yüz
türlü denen laflarla kandırmakta, oyalamakta, uyutmaktadır. Türk
milleti, içi dışı, özü sözü bir, ayan beyan, açık, dürüst ve mert
siyasetçilere ihtiyaç duymaktadır.
“İlmek” düğüm demektir. Şair, denen sözlere ilmek
atan yani faydalı, anlamlı, önemli güzel sözlerin sabote edilmesine,
doğru söyleyenin dokuz köyden kovulmasına, iyi söze değer verilmemesine
tarizde bulunuyor.
*”Hem dövüş bil hem toyunu, / Elbet bozar zor oyunu,”: Türk
beyi hem savaş, hem de ziyafeti bilecektir. Burada “dövüş”, mücadeleyi,
zorluklara karşı durmayı, çalışmayı, didinmeyi, milleti kalkındırmak,
yükseltmek, daha iyi bir duruma getirmek için gerekli olan her türlü
çabayı temsil eden bir kavramdır. ”toy” yani ziyafet ise eğlenmeyi,
yaşamayı, refahı, kültürü, paylaşmayı, halka vermeyi temsil eder. Türk
devlet geleneğinde beylik, vurmayla ve vermeyledir. Yani güçlü bir
savaşçı olma ve halkına verme, bağışlama, dağıtma, paylaştırma,
adaletlice üleştirme ile olur.
Dövüş bilen bey, her türlü savaşta milletinin en
önünde gidendir. Ayrıca dövüş sanatını bilen bey, milleti idare etme,
emperyalizme karşı mücadele etme, vatanını koruma sanatını,
bağımsızlığını koruma politikasını, milletini kalkındırma kavgasını
bilen adamdır. Hem dövüş bilen Türk beyi, gerçek bir millet fedaisidir.
Toy, hân-ı yağma geleneğinin bir ifadesidir.
“hân- yağma”, yağma sofrası demektir. Buna potlaç da
denir. Eski Türk geleneğinde bey olmak isteyen kişi, herkese açık büyük
bir ziyafet verir, bu ziyafete diğer boyları da çağırırdı. Ziyafete
icabet edip gelenler, onun beyliğini kabullenmiş yani ona biat etmiş
sayılırdı. Ziyafete gelmeyen de onun beyliğini tanımamış, ona isyan
etmiş, ona itaat etmeyeceğini ima etmiş olurdu. Bey, ziyafete
katılanlara karısını, çocuklarını, özel eşyalarını alır, geri kalan
bütün mal varlığını, çadırını, neyi var neyi yoksa yağma etmeleri için
açardı. Böylelikle bey olurdu. Bu yağmalama töreninin anlamı şudur: Ben
sizin beyiniz oluyorum, bütün mal varlığımı size veriyorum, dağıtıyorum.
Ben size vermek için bey oluyorum, yoksa milletin malına göz dikmek
için değil. Bunu böylece bilin ki bey, milletin mallarını çalan çırpan,
gasp eden, hortumlayan, usulsüzce ele geçiren değil; kendi malını dahi
millete adayan, veren ve dağıtan kişidir.
Bu asaletli Türk beyi tavrı, maalesef günümüzde pek kalmadı. İnşallah aramızdan gerçek Türklük şuuruna eren Türk beyleri çıkar.
“Zor oyunu bozar” sözü de şu manayadır: Milletimize
karşı dışardan ve içerden oynanan türlü oyunlar, iradeli, güçlü bir Türk
beyi tarafından etkisiz hâle getirilip boşa çıkarılabilir. Tarih
boyunca olduğu gibi günümüzde de Türk milletini tasfiye etmek, yok etmek
için türlü oyunlar oynanmaktadır. Bunların üstesinden gelebilmemiz için
hem askerî, hem ekonomik, hem kültürel, hem eğitimsel, hem siyasi yani
her anlamda güçlü olmamız lazımdır. Üzerimizde oynanan emperyalist
oyunları maddi ve manevi gücümüzle, aklımızla, sağduyumuzla, güçlü
diplomasimizle bozabiliriz. Bunu organize edecek olan da şuurlu ve güçlü
Türk beyidir. Türk milletinin aklı, bileği, zekası, politikası her
türlü gücü vardır ama bunları akıllı bir uyum içinde organize edip sevk
ve idare edebilecek gerçek Türk beyi yoksa bir işe yaramaz. Oyunları
bozacak zorumuz, yani gücümüz var, ama onu yönlendirecek beyimiz yok.
Atatürk’ten bu yana da maalesef yok.
*”İllâki Oğuz soyunu, / Dilim dilim dilmek olmaz.”: Ertuğrul
Gazi’nin önderliğinde yerleştikleri Söğüt’te 3 kıta, 7 denize
hükmedecek bir devlet kuran boyumuz Oğuz boyudur. Bugün Türkiye
Türklüğünün temeli Oğuz Boyudur. Türkiye’de yaşayan yetmiş üç milyon
Türk milleti, bütün vatandaşlarımız, hiçbirini ayırmadan söyleyebiliriz
ki büyük bir çoğunluğu Oğuz Boyuna dayanmaktadır. Bir kısmı da başka
etnik kökene sahip olsalar bile kültürel, sosyolojik ve hukukî olarak
birleşip kaynaşarak Oğuz Türkü olmuşlardır. Oğuz soyu bir mayadır, diğer
unsurlar da bununla yoğrulmuş ve tek bir hamur içinde tek bir millet
yani Türk milleti olmuştur. Hangi etnik kökene sahip olursa olsun
Türkçede, İslamda, ortak tarihte, ortak kültürde, ortak vatanda, ortak
devlette, ortak bayrakta birleşen, buluşan ve Türkiye’de yaşayan herkes
kültürel, sosyolojik ve hukuki bağlamda Türk’tür.
Ancak emperyalistlerin sözlerine
kanan, oyunlarına gelen, Türk düşmanlığıyla var olmaya çalışan bazıları
Oğuz soyunu, Türkiye Türklüğünü dilim dilim bölmeye, millet
bütünlüğümüzü kabilelere, kavimlere ayırmaya çalışmaktadır. İnsanımızı
farklı dillerde, farklı anlayışlarda, farklı kültür ve zihniyette
ayrıştırarak millet birliğimizi kabilelere ayrıştırarak, ülkemizi
kabileler karmaşası bir yapıya büründürmeye çalışmaktadırlar. Yetkili,
sorumlu ve şuurlu bir devlet yöneticisi, her gittiği yerde ülkemizde şu
kadar etnik grup var, Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arap, Arnavut, bilmem ne
diye kavim adı sayıp durmaz. Sorumlu bir devlet yöneticisi, insanlara
sürekli etnik aidiyetini hatırlatıp durmaz. Farklılıklar üzerine,
ayrılıklar üzerine siyaset inşa edilmez. Siyaset birlik bütünlük, tek
millet bütünlüğü üzerine inşa edilir. Türkiye’de sadece “Türk milleti”
kavramından söz edilmelidir. Doğrusu da budur. Uyum, güven, dayanışma
içinde bir millet bütünlüğü arzu ediliyorsa her vatandaşa Türk milletine
mensubiyet şuuru verilmelidir. Her etnik gruba kültürel haklar, insan
hakları, demokrasi, özgürlük, bilmem ne adı altında kendi kavmine
mensubiyet ama Türk millet bütünlüğüne düşmanlık aşılama çalışması,
millet birliğini parçalamak demektir.
Mehmet Ali Kalkan, işte bu noktada son
derece duyarlı davranan ve sorumluluk şuuruyla hareket eden sahih bir
Türk şairi olduğunu ortaya koymuş oluyor.
*”Bey her zora göğüs gere, / Yüz yüzü, göz gözü göre,”:
Türk beyi, üstlendiği sorumluluk gereği her türlü zorlukla karşı
karşıya gelebilecektir. Bu durumda hiç mazeret üretmeden her türlü
sıkıntıya, zorluğa göğüs gerekecek, emanet aldığı milletinin selametini
sağlayacaktır. Zorluklara, sıkıntılara tahammül gücü olmayan, yılgınlık
gösterip kaçan kişi, Türk beyi olamaz. Türk beyi dirençli olacak, Türk
beyi, yılmaz olacak, kararlı, dik duruşlu, çelikten iradeli, azimli bir
yiğit olacaktır.
Türk beyi, milletiyle yüz yüze göz göze gelecektir,
milletiyle kucaklaşacaktır, milletinin her ferdinin derdiyle
dertlenecektir. Milletinden uzak düşmeyecektir. Türk beyi milletiyle
toplumsal kast sistemine bağlı olarak ayrıcalıklı bir konum
edinmeyecektir. Milleti nasıl yaşıyorsa o da öyle yaşayacak, milletinin
derdiyle dertlenip, sevinciyle sevinecektir. Milletine tepeden
bakmayacaktır.
*”Bu ki Ötüken'den töre, / Su görende dalmak olmaz.”:
Ötüken, eski Türklerde kağanın devleti idare ettiği kutsal bir merkezin
adıdır. Göktürklerin kutsal bildiği bir bölgedir ve başkenttir. Genel
anlamda Türk bilgeliğinin merkezi olan kutsal Türk yurdudur. Dış
saldırılara karşı Türk’ün sığındığı güvenilir bir siperdir.
Türk bilgelik merkezine göre bir şeyin aslını
astarını, ne olup olmadığını araştırmadan ona hemen kapılmamalıdır.
Tedbirli olmalıdır. Bilerek hareket etmelidir. Düşünüp taşınıp, ona göre
davranmalıdır.
*Daim olmaz beyde tasa, / Kaptırmaz kendini yasa,”:
Türk beyi, sürekli tasalanıp kaygılanmaz. Sürekli endişeli, ümitsiz,
karamsar, kötümser olamaz. Türk beyi ağlayıp sızlayan zayıf iradeli ve
zayıf karakterli biri değildir. Sadece olumsuzluklara, kötülüklere
saplanıp kalmamıştır. Onun görevi tasalanıp ağlamak, yas tutmak değil;
ümit vermek, çözüm üretmektir, çare bulmaktır. Felaket tellallığı ile
milletini daha da kötü bir konuma itmek değildir. Türk beyi baştan ayağa
iman, ümit, heyecan abidesidir. Pozitif enerji yayar. En karamsar
durumlarda bile mutlaka çare üretir ve üretmelidir.
*”Denizden yol açtı asa, / Giden yerden gelmek olmaz.”:
Türk beyi iyice düşünüp taşınıp sağlam bir karar aldı mı, artık o
karardan dönmeden sonuna kadar gider. Hz. Musa’nın asasıyla denizi
yarması hadisesinden esinlenmeyle bir Türk önderi, milletini bir karar
doğrultusunda peşine taktıysa artık o yoldan ve karardan dönmeyecektir.
Lider karar verip işe koyulduğu zaman tereddütlerle, zikzaklarla güven
kaybına sebep olamaz.
”Denizden yol açtı asa,” mısraı Kur’an-ı Kerim’in şu ayetinden içerik aktarımıdır: “Bunun
üzerine Musa'ya: Asan ile denize vur diye vahyettik. (Vurunca deniz)
derhal yarıldı (on iki yol açıldı) her bölük koca bir dağ gibi oldu.” (Kur’an, Şuara-63)
*”Olmasın milletin üzgün, / Kutlu ülkü senin yazgın,”:
Türk beyi, idaresini uhdesine aldığı Türk milletinin yüzünü güldürmek,
karnını doyurmak, sırtını giydirmek için vardır. Milletini düşman
saldırılarına karşı koruyacak, emperyalizmin her türlü işgal ve istila
projelerine karşı duracaktır. Türk beyi, milletin malı olan yer altı ve
yer üstü kaynaklarını emperyalistlere, yabancılara peşkeş çekmeyecektir.
Türk beyi, ülke kaynaklarını en adaletli bir şekilde milletine pay
ederek onun yüzünü daima güldürecektir.
Millet ne zaman üzgün olur? Vatanına, tarihine,
kültürüne, diline, dinine, madenlerine, bankalarına, şirketlerine,
işletmelerine, limanlarına, şusuna busuna sahip çıkılmayıp, emperyalist
haçlılara yağmalattırıldığı zaman üzgün olur. Türk beyi, Türk milletinin
maddi ve manevi bütün değerlerine sahip çıkarsa millet üzgün olmaz.
Dolayısıyla Türk beyinin yazgısı, kaderi, bütün bu millî değerlere sahip
çıkmaktır, onları gözü gibi korumaktır. Bu da onun için kutlu bir
ülküdür, kutsal bir hedeftir.
*”Sal atları dolu dizgin, / Boşa kılıç çalmak olmaz.”:
Burada dolu dizgin salınacak olan atlar simgesi, bilinen anlamıyla
sadece askerî güçlerin seferber edilmesi değildir. Yeri ve zamanı
geldiğinde, savaş ortamı doğduğu zaman elbette atların temsilciliğinde
bütün askerî güçler seferber edilecektir, sonuna kadar savaşılacaktır.
Ancak barış zamanında da milletin bütün kabiliyetleri ülke
kalkınmasında, milletin maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanmasında
bilim, kültür, sanat, teknoloji, üretim atları meydana dolu dizgin
salınacaktır. Hiçbir kabiliyet, hiçbir değer israf edilmeyecektir.
Milletin ve ülkenin bütün enerjisi en verimli bir şekilde millet
menfaatine kullanılacaktır.
İradeli, bilgili ve bilinçli bir Türk beyi,
milletinin askerî, idarî, ilmî, kültürel, sanatsal bütün kaynaklarını en
verimli ve en uygun şekilde değerlendirebilen, ayarlayabilen muktedir
bir idarecidir. Kaynakları değerlendirebilme becerisi, üstün idarecinin
temel vasıflarındandır. İnsan kaynağından tutunuz da maden kaynaklarına
kadar milletin ve ülkenin bütün kaynaklarını israf eden,
değerlendirmeyen, harekete geçiremeyen, boşu boşuna heder eden bir
idareci kadar milletin başına bela olmuş başka birisi yoktur.
*”Gökte uçar Huma Kuşu, / Kutlu Dağ'da Yada Taşı, / Devlet ki Oğuz'un işi, / Devamlıdır, bölmek olmaz.”:
“Huma kuşu”, geleneksel Türk edebiyat ve kültüründe iki temel
özelliğiyle mazmunlaşmıştır: 1. Görünmeyecek şekilde çok yükseklerde
dinlenmeksizin uçuşu ve asla yere inmeyişi, 2. Başına konduğu ve gölge
verdiği kişiyi şanslı, devletli, padişah yapması. Bu şiirde Oğuz
Türkünün devlet sahibi oluşu ile huma kuşunun bu özellikleri arasında
paralellikler kuruluyor.
Göç Destanı’nda anlatıldığına göre Türklerin
mutluluğunun ve bütün varlıklarının kaynağı olan, Türklerin birlik ve
bütünlüğünü temsil eden ve büyük bir kaya parçasından ibaret olan Kutlu
Dağ, Tanrı Dağı’nın güneyinde yer alır. Çinliler bu dağı ele
geçirirlerse Türkleri çökertmiş olacaklarına inanırlar. Türk kağanına
gelip verdikleri Çin prensesi karşılığında bu dağın taşlarını isterler.
Acemi, bilgisiz kağan Çinlilere bu kayayı verdi. Çinliler bu büyük
kayayı parçalayıp ülkelerine götürdüler. Bundan sonra Türklerin huzuru
kaçtı, dağıldılar, perişan oldular. Kuraklık oldu, felaketler arttı.
Bundan sonra Türkler oradan göç ettiler.
Yada Taşı, efsanelere, destanlara göre gökten inen,
altın ışıktan meydana gelen, eski Türklerin hava olaylarını
yönlendirmede kullandıkları, yağmur ya da kar yağdırmada, rüzgar
estirmede kendisinden yararlandıkları sihirli bir taştır. Hun Türkleri
bu taşın sihri vasıtasıyla şiddetli yağmur ve kar yağdırarak, kuvvetli
fırtına çıkartarak düşmanı yenerlermiş. Kutlu Dağ, bu taştan meydana
gelmiştir. Onun için Kutlu Dağ, Türkler için kutsal olmuştur.
Gökte huma kuşu, Oğuz Türklüğüne devlet şansı vermiş,
yerde kutlu Dağdaki yada taşı da bu devleti devam ettirme imkanı vermiş
sihirli, simgesel varlıklar ve değerlerdir. Önemli olan bunların
efsanevî mahiyeti değil, temsilî değeridir. Yani Oğuz Türkü kendisini
bir şekilde devlet sahibi olmaya mecbur ve mahkum hissetmiştir.
Kendisine bu misyon verilmiştir. Devlet kurmak ve yönetmek, Oğuz
Türklüğünün işidir. Bu iş devamlıdır, bunu akamete uğratmak, bölmek
olmaz. Dolayısıyla Türk beyi tarihsel Türk devlet geleneğine sahip
olacak ve devletini ayakta tutmanın yollarını bilecektir. Bu bağlamda
Türk beyi, Kutadgu Bilig’den itibaren bütün Türk siyasetname, pendname geleneğini çok iyi bilecektir.
*”Devletliler devlet arar, / Devletsizler vatan arar,”:
Devletliler, yüzyıllar boyu, hatta tarih boyunca devlet kurmuş, devlet
kurmanın ne demek olduğunu ve kıymetini bilen asil Türk milleti kendi
millî devletini aramaktadır. Devletinin kendi devleti olmasının özlemi
içindedir. Devletli Türk milleti, devletinin elinin altından kayıp
gidişine tahammül edememektedir. Devlet-i ebed-müddetinin, kutlu
devletinin peşindedir. Tarihteki ihtişamlı devlet yapısının peşindedir.
Devlet kurma becerisi olmayan, kuramamış olan
topluluklar da sadece yaşayabilecekleri bir vatan derdindedirler. Bunlar
için vatan olsun, yer yurt olsun da devlet kimin elinde olursa olsun
umurlarında değildir. Ama Türk, böyle düşünmez. Türk, devletli
millettir, kendi tam bağımsız ve bağlantısız hür millî devletinin
özlemini her zaman çeker. Çünkü ancak o zaman şereflice, asaletlice
yaşayabileceğine inanır. Başkasının devletinde, başkasının devletinin
boyunduruğu altında yaşayamaz Türk. Tarih boyunca devletli olmuş,
devletsiz kalmamış Türk, kendi devletini arar.
*”Vatan uğruna can arar, / Vermeyince almak olmaz.”:
Vatan, kolay elde edilebilen bir şey değildir. Vatan sahibi olmak
zahmetlidir, çilelidir, uğruna can kan verilirse ancak vatan olabilir.
Vatan, Türk’ün Türk olarak yaşayabileceği, kendi millî kimliğini
sergileyebileceği hür manevra alanıdır. Gönlümüzce, istediğimiz gibi,
imanımızla, kültürümüzle, geleneğimizle yaşayabileceğimiz hür vatanımız
yoksa biz olmayız. Onun için hür vatan toprağıyla millet olduk. Millet
olarak yaşadık, millet olarak yaşama azmimizi devam ettiriyoruz. Vatan,
en değerli varlıklarımızı vermeden, çok büyük fedakarlıklar yapmadan
elde edilen bir şey değildir. Can kan vermeyince vatan almak olmaz.
*”Çokça çalış misal arı, / Ekmeyince çıkmaz darı,”: Evrensel
bir ilkedir ki çalışan, ihlasla, iyi niyetle, sebatlıca, azimlice
çalışan kafir de olsa, Mecusi de olsa, Müslüman da olsa, kim olursa
olsun mükafatını alır. Allah çalışana verir, çalışmayan hiçbir şey
alamaz. Miskince bir tevekkülle oturan, yatan ancak havasını alır.
Müslüman olmak, inançlı olmak yetmez. Sünnetullah diye bir şey var.
Allah’ın tabiat kanunları yani. Bazıları yanlışlıkla buna sadece tabiat
kanunları diyor. Doğrusu Allah’ın tabiatın işleyişi için koyduğu
kanunlardır. Mükafat, başarı, kazanç için de gerekli olan ve Allah
tarafından tabiata konan kanun çalışmaktır. Müslüman Türk, arı gibi
çalışmalı. Maddi ve manevi her alanda durmadan çalışmalı. Gayret ortaya
konmadan, çaba sarfedilmeden, sebeplere teşebbüs edilmeden netice
alınamaz. “Ekmeyince çıkmaz darı” mısraı, gerekli sebeplere teşebbüs
ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek anlayışını ortaya koyar.
*”Ağlar iken başkaları, / Bey olana gülmek olmaz.”:
Türk beyi, milletiyle her anlamda aynileşen adamdır. Milletinin
derdiyle dertlenmeyen adam Türk beyi olamaz. Milleti aç, sefil, perişan
gezerken Türk beyi krallar gibi, bir eli yağda bir eli balda keyf
süremez.
Bu mısraları aslında bu yüzeysel anlamın dışında daha
derin okumak lazımdır. Türk beyi milletinin sorunlarına karşı duyarsız
kalamaz. Bugün Türk milleti, her şeyini kaybediyor. Millî, maddi ve
manevi bütün değerlerini hızla yitiriyor. Bu durum karşısında Türk’e bey
olma liyakatinde ve ehliyetinde olanların duyarsız, umarsız kalmaları,
hiçbir şey yokmuş gibi davranmaları kabullenilecek bir şey değildir.
Bu mısralarda “Bir kavmin efendisi kavmine hizmet edendir.” Ayrıca “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadis-i şeriflerinin içerik aktarımı bağlamında bir yansıması vardır.
*”Kılıç ya kında durmalı / -İllâ yakında durmalı- / Ya vurdu mu tam vurmalı,”:
Kılıç burada sorumluluk bilincini taşıyan Türk beylerinin teyakkuzunun
bir simgesidir. Kendini korumanın, güvenliğin, savunmanın bütün
çeşitlerini temsil eden bir simgedir. Türk milleti, dış ve iç
saldırılara karşı, emperyalist istilalara, kuşatmalara, kapatmalara, ele
geçirmelere karşı Türk’ün savunma mekanizması tetikte beklemeli, her an
tedbirli olmalıdır. Türk, her türlü tehlikelere karşı her an tarassud
hâlinde olacak, tedbir alınması gerektiğinde hemen, hiç beklemeden bu
tedbiri alacaktır, düşmanın tepesine vurulması gereken zaman ne zamansa
hemen vurulacaktır. Gevşemek, beklemek, ağırdan almak, ertelemek,
telafisi mümkün olmayan olumsuz sonuçlar doğurur. Türk beyi, sevk ve
idare konusunda, karar alma ve aldığı kararları uygulama konusunda son
derece hesaplı, tedbirli ve kararlı olacaktır.
*”Bey gönüle taht kurmalı / Bu dünyada kalmak olmaz.”:
Türk beyi bazılarının zannettiği gibi zorba, diktatör, eşkıya başı, baş
belası değildir. Tam tersine gerçek Türk beyi, milletinin gönüllerini
fethetmiş, sevilen, sayılan, düzen sağlamak ve korumak için son derece
disiplinli, adaletli, hakkaniyeti sağlamak için son derece merhametli,
düşmana ve kötüye karşı çelik bilekli, mazluma, acize karşı son derece
yufka yürekli olur. Türk beyi zorla değil gönülle, sevgiyle, saygıyla
olunur.
Nazım Şekli: Şiir, Türk
halk şiirinin âşık edebiyatı nazım biçimlerinden koşma şekliyle
yazılmıştır. Kafiye düzeni “baba-ccca-ddda- ….” şeklinde devam ediyor.
Şiir, hece vezniyle yazılmış. Hecenin 4+4:8 ‘li vezni kullanılmış.
Yalnız şair, klasik koşmada olması gereken bazı
hususlara yer vermemiştir. Mesela son bentte mahlasına yer vermiyor.
Ayrıca diğer bendler dörder mısradan oluştuğu halde, son bendi 5
mısradan meydana geliyor. Şair bu konularda serbest davranmış.
Dil ve Üslup: Şiirin dili
oldukça yalın. Anlamı bilinmeyecek ya da sözlüğe bakma ihtiyacı
duyulacak kelime hemen hemen hiç yok. Şair, tamamen günümüz konuşma
Türkçesiyle yazmış. Fakat, bazı yerlerde günümüz Türkiye Türkçesinin
standart kültür diline, resmî yazı diline uymayan Eski Anadolu
Türkçesinde, günümüzde de Azerî ve Türkmen Türkçesinde ve bazı Anadolu
bölgelerinde kullanılmakta olan ağız özelliklerine yer vermiştir. Bu
duruma şu örnekleri verebiliriz: “Bey her zora göğüs gere”, “Su görende dalmak olmaz.”
Ayrıca eski Türk kültür tarihine ait bazı terimler de
yer alıyor ki bunları anlamak için Türk tarihine vukufiyet gerekiyor.
Bu tür terimlere de şu örnekleri verebiliriz: Kayı, Kürşat, toy, Oğuz,
Ötüken, Huma kuşu, Kutlu Dağ, Yada Taşı
Üslubu: Şiirde nasihat, düşünce, tanımlama ve vecize üslupları kullanılmış.
Ahenk: Şiir, didaktik bir metin olduğu için
lirik bir ahenk hissedilmiyor. Ancak kafiyelerle ve vezinle belli bir
ezgiyi, musikiyi yakalamak da mümkündür. Şair, hamasetle
heyecanlandırmayı değil, hikmetle düşündürmeyi amaçlıyor. O yüzden
şiirde sakin sakin, yumuşak bir sesle, dura dura, düşüne düşüne okunacak
bir üslup yapısı var.
0 Yorum -
Yorum Yaz
Çelebi ÖZTÜRK - Dr. İrfan YILMAZ'ın "Tabibim"isimli şiirinin tahlili
( Sayı: 16 ) Ekim 2009
16 Ekim 2009 00:02
DR. İRFAN YILMAZ:1956 yılında Kırşehir’de doğdu. 1983
yılında Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. 1983–1985 yılları arasında Çorum
ili İskilip ve Mecitözü ilçelerinde Hükümet ve Belediye Tabibi olarak
çalıştı. 1985–1997 yılları arasında Kırklareli’nin Babaeski ilçesinde
askerlik görevi tamamladı. Evli ve dört çocuk babası olan şair halen
Tekirdağ ili Muratlı ilçesinde doktorluk görevini sürdürmektedir.
Hece vezni ile şiir yazan son dönem şairlerindendir.
Tekirdağ Tabip Odası GÜNEBAKAR dergisinde şiirleri yayınlanmaktadır.
Gazete ve dergilerde şiirlerini yayınlanan şair, çeşitli ödüller
almıştır. 2007 yılında yayınlanmış bir şiir kitabı bulunmaktadır.
TABİBİM
Gönül kuşu mevsimsiz bir dala konar
Sonbaharda ağlayan narmış tabibim
Bir tarafım yanarken, diğeri donar
Sol yanım ateş, sağım karmış tabibim.
Gülün taç yaprağına düştü kırağı
Yeri fizan çölünden daha ırağı
Göğsüme gizli inen sevda mızrağı
Yüreğimi ikiye yarmış tabibim.
Bana unut deme hiç, söz veya ima
Gözlerimin önünde hep aynı sima
Hangi yöne dönüpte baksam daima
Hayalı ufukları sarmış tabibim.
Feleğin pençesine nasıl çatılsa
Bir alıcısı yok ki, kime satılsa
Ferman ayrılık ise, kaç kez atılsa
Israrla düşeş gelen zarmış tabibim.
Hicranı kader yazmış, felek yazarı
Kavuşma rüyasına değmiş nazarı
Sürünmeme hükmetti kısmetin zarı
Dikenli aşk yolları darmış tabibim.
Gözlerimde elemin deresi mi var?
Gönlümde bir sevdanın karesi mi var
Ayır sütten beyazı çaresi mi var
Sevdasını ruhuma karmış tabibim.
On bir inci gerdanlık boynumun süsü
Senin hasret dediğin ömür törpüsü
Kaç vedaya tanıktır Drina Köprüsü
Ölümden de beteri varmış tabibim.
Dr. İrfan YILMAZ
“TABİBİM” ŞİİRİNİN TAHLİLİ
1-DİL: Şiirde kullanılan dil sade ve
anlaşılır Türkçedir. Süslü kelime arayışı içinde olmayan şair her
dönem, her yaşta insan tarafından okunup anlaşılabilir. Şiirde
kullanılan dil, şairin evrensel olma özelliğinin bir yansımasıdır.
Gönümüzde daha çok serbest vezinle şiir yazmaya
yönelen şairlerin Türk şiirinin mihenk taşlarından olan hece veznini
adeta unutturmaya çalıştıkları görülmektedir. Böyle bir dönemde hece
vezni ile güzel şiirler yazarak Türk şiirinin sevilmesine ve okunmasına
katkıda bulunan şairlerin var olduğunu görmek beni mutlu ediyor.
2-ZAMAN: Şair, ikinci
kişinin ağzından bir aşk hikâyesini anlatmaktadır. Aşığın duyduğu elem
ve keder, bu aşk hakkındaki duyguları da, tabip olan şairin kendisine
anlatılmaktadır.
Şairin zaman karşısındaki tavrını yedinci kıtanın
üçüncü ve dördüncü mısralarında görüyoruz. Şiirinde finali olan bu kıta
da, Bosna’nın Drina Kasabasında geçen manzum hikâye, aynı zamanda Drina
Köprüsünde biten bir aşkın da finalidir. “Kaç vedaya tanıktır Drina Köprüsü”
mısrasında birbirine âşık, kavuşamayan birçok aşığın daha önce de Drina
Köprüsünden atlayarak yaşamlarına son verdikleri anlaşılmaktadır. Ölüm
duygusu ile zamanı aşmaya çalışan şair, şiirin bu bölümünde en can alıcı
noktayı da vurgulamaktadır. “Ölümden de beteri varmış tabibim” mısrasında
herkesi şaşırtan bir ifade mevcuttur. Aşığın duygu ve düşünceleri bu
nokta da canımızı yakmaktadır. Sevgiliye kavuşamamanın ölümden çok daha
beter olduğu ifade edilmektedir. Ölümün kötü olduğunu belirten âşık,
kavuşamamanın, ayrılığın ölümden daha kötü olduğunu anlatırken de ölümün
sinyalini vermektedir.
Şiirin genelinde sevgiliye kavuşamamanın verdiği bir
üzüntü ve sitem vardır. Şair, ayrılık karşısında zamanı aşmak
istemektedir. Bunu da yukarıdaki dizeler de ifade etmiştir. Şair,
yaşadığı zamanın içinde duyduğu büyük elem ve kederi bir sitem şeklinde
tabibe anlatmaktadır.
Şairi ilgilendiren, sevgilinin kendisi, o’na kavuşamamaktır. Zaman karşısında bunu göstermektedir.
3-MEKÂN: Âşık, sevgiliye
kavuşamamanın derin elem ve üzüntüsü içindedir. Bunu da birinci kıtanın
ikinci ve üçüncü mısralarında şu şekilde ifade etmektedir:
Bir tarafım yanarken, diğeri donar
Sol yanım ateş, sağım karmış tabibim.
İkinci kıtanın üçüncü ve dördüncü mısralarında da bu duyguyu kuvvetli bir şekilde gösterirken,
Göğsüme gizli inen sevda mızrağı
Yüreğimi ikiye yarmış tabibim.
İfadeleriyle dile getirmekte ve sevdayı kalbini ikiye ayıran bir mızrağa benzetmektedir.
Hangi yöne dönüpte baksam daima
Hayali ufukları sarmış tabibim.
mısralarında mekânı aşma düşüncesi içinde olduğu
görülmektedir. Mekân, sevgiliyi baktığı her yerde görmesidir. Bu
dizelerden, aşığın, sevgiliyle geçen zamanını görebiliyoruz.
4-İNSAN: Tabibim şiirinde
öne çıkan insan Bosna’daki bir âşıktır. Ancak şairin, ikinci bir kişinin
ağzından bir aşk hikâyesini anlattığını biliyoruz. Şiirde, bu aşk
nedeniyle duyulan üzüntü, elem ve keder, tabip olan şairin kendisine
anlatılmaktadır.
Bu şiirde insan olarak anlamamız gereken, Bosna’nın
Drina kasabasında yaşanan elim bir aşk hikâyesi ve kavuşamayan âşıkların
Drina Köprüsünden atlayarak intihar etmelerinin acısı ve üzüntüsü
içinde olan şairin, kendi duyguları olduğudur. Burada öne çıkan duygu
benlik duygusudur. Bu da şiire lirik bir ifade vermektedir.
Genel olarak şiirde, aşığın çektiği ızdırap nedeniyle içine düştüğü acizliği görebiliyoruz.
5-DUYGU VE DÜŞÜNCE: Şiirdeki temel düşünce ayrılık, sevgi ve özlemdir.
Tabibim şiiri yedi kıtadan meydana gelmiştir. Birinci
kıtada, aşığın gönlünü kaptırması anlatılmaktadır. Ayrıca doktor olan
şairin Tabibim kelimesi ile de her dörtlük sonunda imzasını atarak
varlığını kuvvetle belirtmeye çalıştığı görülmektedir.
Gönül kuşu mevsimsiz bir dala konar
Sonbaharda ağlayan narmış tabibim
Bir tarafım yanarken, diğeri donar
Sol yanım ateş, sağım karmış tabibim.
İlk dörtlüğün birinci mısrasında, kuşa benzetilen
gönülün hiç umulmadık bir zamanda, bir an da bir dala konduğunu belirten
şair, kullandığı güçlü tasvir ile mısrayı güçlü bir yapıya
büründürmüştür. Bu dizedeki “dal” kelimesi aslında
sevgiliyi ifade etmektedir. İkinci mısrada, sonbaharda ateş gibi
yandığını tabibe dile getirmektedir ki, burada tabibin rolünü, aşkın
ateşiyle yanan kara sevdalı bir gencin çaresiz derdine çare aramak,
bulmak, tedavi etmek anlamında anlamamız gerekiyor. Üçüncü ve dördüncü
mısralarda “Bir tarafım yanarken, diğeri donar / Sol yanım ateş, sağım karmış tabibim.”
diyerek aşk ateşiyle kalbinin yandığını ifade eden şair, sağının ise
donduğunu, üşüdüğünü anlatmaktadır. Kar, sembolik olarak bize donmayı ve
üşümeyi ifade eder, hatırlatır. Sol yanımızda kalbimiz vardır. Şiirde
tasvir edilen aşığın kalbi ise aşk ateşiyle yanmaktadır. Bu mısradan şu
anlamı çıkarmakta mümkündür: Kalbi aşk için atmakta, sevgiliyi düşünerek
yanmaktadır. Vücudunda onun varlığını hissetmeyen uzuvları üşümektedir.
Sağ yanını kara benzetmesi bundandır.
İkinci kıtanın birinci mısrasında, gülün, sevgili,
taç yaprağına düşen kırağının, saça düşen beyazlık olduğu çok kuvvetli
bir şekilde tasvir edilmekte, yerinde ve zamanında kullanılan
benzetmelerle şiiri zenginleştirmektedir.
Gülün taç yaprağına düştü kırağı
Yeri fizan çölünden daha ırağı
Göğsüme gizli inen sevda mızrağı
Yüreğimi ikiye yarmış tabibim.
Dörtlüğün son iki mısrasında da gizlice
sevdalandığını ve bu aşkın yüreğini yaraladığını tabibe şikâyet
etmektedir. Türk şiirlerinde sevgiliye duyulan kimi platonik aşkların
“gizli sevda” olarak tasvir edildiğini hatırlayalım.
Üçüncü kıtada aşkın varlığı kuvvetli bir şekilde
anlatılmaktadır. Şiirin üçüncü kıtasının birinci mısrasında aşığın şaire
hitap ettiğini görüyoruz. Sevgiliyi unutması için hiçbir söz ve imada
bulunulmamasını isteyen aşığın, tam anlamıyla sevgilinin büyüsüne
kapıldığını ve ne yana baksa o’nu gördüğünü, artık onsuz yapamadığını
ikinci mısradan anlıyoruz. Üçüncü ve dördüncü mısralarda bu düşünce
kuvvetle tasvir edilmektedir.
Bana unut deme hiç, söz veya ima
Gözlerimin önünde hep aynı sima
Hangi yöne dönüpte baksam daima
Hayali ufukları sarmış tabibim.
Şiirin üçüncü kıtası bize Leyla ile mecnun hikâyesini
hatırlatmaktadır. Leyla’sını kaybeden Mecnun’un söz ya da imalarla dahi
Leyla’sını unutmasının mümkün olamayacağını, nereye baksa onun hayalini
gördüğü, her cismin, hatta dünyanın Leyla’nın hayali ile donandığı
tahayyül ediliyor ki, burada anlatılan aşkın, Leyla ile Mecnun aşkına
benzetildiğini görüyoruz.
Dördüncü kıtada sevgiliye kavuşamama bir talih, alın
yazısı, yani kader olarak ifade edilmektedir. Şiirin birinci ve ikinci
mısralarında belirtilen “felek” yaratanın kendisidir.
Yaratanın izni olmadıktan sonra bu aşkın hiç kimseye verilemeyeceği
anlatılmaktadır. Kaderde yaratanın emriyle ayrılık varsa bunun
değişmeyeceği, talihin, şansın bir parçasıyla dile getirilmektedir.
Feleğin pençesine nasıl çatılsa
Bir alıcısı yok ki, kime satılsa
Ferman ayrılık ise, kaç kez atılsa
Israrla düşeş gelen zarmış tabibim.
Beşinci kıtada yaratana bir sitem vardır.
Hicranı kader yazmış, felek yazarı
Kavuşma rüyasına değmiş nazarı
Sürünmeme hükmetti kısmetin zarı
Dikenli aşk yolları darmış tabibim.
Birinci mısrada, elem, üzüntü, keder ve ayrılığı
yaratanın yazdığı, kavuşmayı engellediği birinci ve ikinci mısralarda
dile getirilmektedir. Üçüncü mısrada yine talih ve şansının sevgiliye
kavuşamamaktan yana olduğunu, dördüncü mısrada aşk acısının canını
yaktığı tasvir edilmektedir. Ayrılık ve sevgiliye kavuşamamaktan dolayı
büyük bir acı çektiği ifade edilen bu mısralarda, elemin kaderi olduğu,
bunu da yaratanın alnına yazdığı belirtilmektedir. Âşık, tabibe sitemini
anlatırken kavuşmasının artık hayal bile olmadığını, bundan dolayı da
acı çektiğini ve artık dünya da onsuz hayatın sürünmekten başka bir şey
olmadığı anlatılmaktadır.
Altıncı dörtlükte tabip olan şaire yöneltilen sorular
var ki, şiirin can alıcı mısralarından biridir. Aşkın varlığı ve
kavuşamamaktan ileri gelen acı çok daha derin ve manalı bir şekilde
tasvir edilmektedir.
Gözlerimde elemin deresi mi var?
Gönlümde bir sevdanın karesi mi var
Ayır sütten beyazı çaresi mi var
Sevdasını ruhuma karmış tabibim.
Birinci ve ikinci mısralarda aşığın gözlerinde ve
gönlünde aşkın elem ve kederine ait izler taşıyıp taşımadığı tabibe
sorulmaktadır. Sanki, aşkın acısı kalmamış gibi bir imâ yaratılmasına
rağmen burada mecazi bir ifade söz konusudur. Ancak bildiğimiz gibi süt
beyazdır. Sütü renginden ayırmak mümkün müdür? Aşığın gözlerinden elemi,
gönlünden sevdayı söküp çıkarmanın, sütü rengi olan beyazdan ayırmakla
eş anlamda olduğu anlatılmakta, bu aşkın yüreğinden söküp atmanın
imkânsızlığı gösterilmeye çalışılmaktadır. Tabibe sitemde aşkın ruhunu
kapladığını, bundan kurtulması için sütün renginden ayrılması halinde,
ruhunun da bu aşktan kurtulabileceğini ima etmektedir.
Yedinci ve son kıtada sevgiliye kavuşamamanın ölümden daha beter olduğu anlatılmaktadır.
On bir inci gerdanlık boynumun süsü
Senin hasret dediğin ömür törpüsü
Kaç vedaya tanıktır Drina Köprüsü
Ölümden de beteri varmış tabibim.
Bosna’nın Drina Kasabasında geçen manzum hikâye aynı
zamanda Drina Köprüsünde biten aşkında finalidir. Yedinci kıtanın üçüncü
ve dördüncü mısralarında birbirine kavuşamayan birçok aşığın daha önce
de Drina Köprüsünden atlayarak yaşamlarına son verdikleri
anlatılmaktadır. Aşığın duygu ve düşünceleri bu nokta da canımızı
yakmaktadır. Sevgiliye kavuşamamanın ölümden çok daha kötü olduğu ifade
etmektedir.
6-KENDİNİ AŞMA: Şiirde,
aşığın sitemini anlattığı kişi şairin kendisidir. Bunu da tabip olarak
ifade etmiş ve kendi varlığını hissettirmiştir. Konu, Bosna’nın Drina
Kasabasında geçen bir hikâyeden alınmıştır. Şair, bu hikâyenin
kahramanını olan aşığın iç âlemine bürünmüş ve o’nun ağzından tabip olan
kendisine bu aşkın derin üzüntüsünü anlatmıştır. Bu tarzıyla şairin
kendini aşmaya çalıştığını görüyoruz. Sevgiliden ayrı kalarak duyulan
derin üzüntü ve kederin o’nu nasıl yaktığını, artık onsuz yapamadığını
gizli mâna ve kuvvetli tasvirlerle anlatmaya çalışan şair, bu mânada
sevgiliye duyulan büyük aşkın varlığı ile hayat bulmakta, şiire bu
duygusunun hakim olması, şairin kendini aşma fikrini bize
göstermektedir.
Şairin kendini aşma duygusu sevgilinin varlığında yatmaktadır.
7-ANLATIŞ TARZI: Tabibim
şiirinde Türk Halk Edebiyatının dörtlük nazım birimi kullanılmıştır.
Bütün kıtalar 4 mısradan oluşmuş, şiirin bütünü 7 dörtlükten meydana
gelmiştir. Şairin Türk Halk Edebiyatı nazım birimlerini çok iyi bildiği
ve bunu şiirlerinde ustalıkla kullandığını görebiliyoruz.
TABİBİM
Gönül kuşu mevsimsiz bir dala konar
Sonbaharda ağlayan narmış tabibim
Bir tarafım yanarken, diğeri donar
Sol yanım ateş, sağım karmış tabibim.
Gülün taç yaprağına düştü kırağı
Yeri fizan çölünden daha ırağı
Göğsüme gizli inen sevda mızrağı
Yüreğimi ikiye yarmış tabibim.
Bana unut deme hiç, söz veya ima
Gözlerimin önünde hep aynı sima
Hangi yöne dönüpte baksam daima
Hayali ufukları sarmış tabibim.
Feleğin pençesine nasıl çatılsa
Bir alıcısı yok ki, kime satılsa
Ferman ayrılık ise, kaç kez atılsa
Israrla düşeş gelen zarmış tabibim.
Hicranı kader yazmış, felek yazarı
Kavuşma rüyasına değmiş nazarı
Sürünmeme hükmetti kısmetin zarı
Dikenli aşk yolları darmış tabibim.
Gözlerimde elemin deresi mi var?
Gönlümde bir sevdanın karesi mi var
Ayır sütten beyazı çaresi mi var
Sevdasını ruhuma karmış tabibim.
On bir inci gerdanlık boynumun süsü
Senin hasret dediğin ömür törpüsü
Kaç vedaya tanıktır Drina Köprüsü
Ölümden de beteri varmış tabibim.
Şiirin tamamı 7+5=12’li hece kalıbına göre duraklı
yazılmıştır. Şairin hece veznini kurallarına bağlı kalarak uygulaması,
o’nun Türk Halk Edebiyatını yakından tanıdığı ve Türk şiirine karşı
derin bir sevgi ve saygı hisseleri ile dolu olduğunu gösteriyor. Birinci
kıtanın a – b – a - b şeklinde çapraz kafiye, diğer kıtaların c – c – c – d şeklinde düz kafiye ile yapılandığını görüyoruz.
Dr. İrfan Yılmaz’ın hece veznine son derece bağlı,
bir o kadar da şiire saygılı olduğunu hissettim. Çünkü şiire saygısı ve
derin aşkı bulunmayan bir şairin şiirleri ancak vasat olabilir.
Şiirde redif ve kafiye yapısını inceleyelim.
a- Birinci kıta;
Gönül kuşu mevsimsiz bir dala konar
Sonbaharda ağlayan narmış tabibim
Bir tarafım yanarken, diğeri donar
Sol yanım ateş, sağım karmış tabibim.
Birinci mısra sonunda yer alan konar ve üçüncü mısra sonunda yer alan donar kelimelerinde ar sesi rediftir. Üçüncü mısra sonunda narmış tabibim ve dördüncü mısra sonunda karmış tabibim söz grubunda tabibim kelimesi, kelime halinde rediftir.
Birinci mısra sonunda konar ve üçüncü mısra sonunda donar kelimelerinde ar sesinden önce gelen on sesi tam kafiyedir. İkinci mısrada yer alan narmış tabibim ve dördüncü mısrada karmış tabibim söz grubunda yer alan karmış kelimesinde armış kelimesi tunç kafiye, başka edebiyatçıların ifadesiyle zengin kafiyedir.
a- İkinci kıta;
Gülün taç yaprağına düştü kırağı
Yeri fizan çölünden daha ırağı
Göğsüme gizli inen sevda mızrağı
Yüreğimi ikiye yarmış tabibim.
Birinci mısrada kırağı, ikinci mısrada ırağı, üçüncü mısrada mızrağı kelimelerinde ı sesi rediftir. Birinci mısrada kırağı, ikinci mısrada ırağı kelimelerinde ırağ tunç kafiye, edebiyatçıların bir başka ifadesiyle zengin kafiyedir. Üçüncü mısrada mızrağı kelimesinde rağ sesi zengin kafiyedir.
c- Üçüncü kıta;
Bana unut deme hiç, söz veya ima
Gözlerimin önünde hep aynı sima
Hangi yöne dönüpte baksam daima
Hayali ufukları sarmış tabibim.
Birinci mısra sonunda ima, ikinci mısra sonunda sima, üçüncü mısra sonunda daima kelimelerinde a sesi redif, im sesi tam kafiyedir. Dördüncü mısra sonunda tabibim kelimesinde im sesi tam kafiyedir.
b- Dördüncü kıta;
Feleğin pençesine nasıl çatılsa
Bir alıcısı yok ki, kime satılsa
Ferman ayrılık ise, kaç kez atılsa
Israrla düşeş gelen zarmış tabibim.
Birinci mısra sonunda çatılsa, ikinci mısra sonunda satılsa ve üçüncü mısra sonunda atılsa kelimelerinde sa sesi rediftir.
Birinci mısra sonunda çatılsa ve ikinci mısra sonunda satılsa kelimelerinde atıl kelimesi tunç kafiye, başka bir ifadeyle zengin kafiyedir.
c- Beşinci kıta;
Hicranı kader yazmış, felek yazarı
Kavuşma rüyasına değmiş nazarı
Sürünmeme hükmetti kısmetin zarı
Dikenli aşk yolları darmış tabibim.
Birinci mısra sonunda yazarı, ikinci mısra sonunda nazarı, üçüncü mısra sonunda zarı kelimelerinde ı sesi rediftir.
Birinci mısra sonunda yazarı ve ikinci mısra sonunda nazarı kelimelerinde azar kelimesi tunç kafiye, diğer edebiyatçıların ifadesiyle zengin kafiyedir. Üçüncü mısra sonunda zarı kelimesinde zar sesi zengin kafiyedir.
d- Altıncı kıta;
Gözlerimde elemin deresi mi var?
Gönlümde bir sevdanın karesi mi var
Ayır sütten beyazı çaresi mi var
Sevdasını ruhuma karmış tabibim.
Birinci mısra sonunda deresi mi var, ikinci mısra sonunda karesi mi var, üçüncü mısra sonunda çaresi mi var kelime gruplarında var kelimesi, kelime halinde rediftir.
Birinci mısra sonunda deresi mi var kelimesinde resi mi, ikinci mısra sonunda karesi mi var ve üçüncü mısra sonunda çaresi mi var kelime gruplarında aresi mi kelimeleri tunç kafiyedir.
e- Yedinci kıta;
On bir inci gerdanlık boynumun süsü
Senin hasret dediğin ömür törpüsü
Kaç vedaya tanıktır Drina Köprüsü
Ölümden de beteri varmış tabibim
Birinci mısra sonunda süsü, ikinci mısra sonunda törpüsü, üçüncü mısra sonunda köprüsü kelimelerinde ü sesi rediftir.
Birinci mısra sonunda süsü, ikinci mısra sonunda törpüsü ve üçüncü mısra sonunda köprüsü kelimelerinde üs sesi tam kafiyedir.
Şiirde genel olarak tunç kafiye kullanılmış, ancak
zengin ve tam kafiye de kullanılarak şiir zenginleştirilmiş ve daha
güçlü bir teknik yapıya kavuşturulmuştur. Birinci kıtada konar, tabibim, donar, tabibim, ikinci kıta da; kırağı, ırağı, mızrağı, üçüncü kıtada ima, sima, daima, dördüncü kıta da çatılsa, satılsa, atılsa, beşinci kıtada yazarı, nazarı, zarı, altıncı kıtada var, var, var, yedinci kıtada süsü, törpüsü, köprüsü ve her kıtanın son mısrasının tabibim
kelimesiyle sona ermesi şiirde ritmi kuvvetlendirmiştir. Mısra
sonlarında tekrar edilen sesler, şiire anlam ve ses bakımından bir
zenginlik katmıştır.
Yedi kıtadan oluşan şiirde, mısra sonlarında redif’in
aynı ses benzerliği ile bilerek başarılı bir şekilde kullanıldığı
görülüyor. Birinci kıta da konar, tabibim, donar, tabibim, ikinci kıta da kırağı, ırağı, mızrağı, üçüncü kıtada ima, sima, daima, dördüncü kıta da çatılsa, satılsa, atılsa, beşinci kıtada yazarı, nazarı, zarı, altıncı kıtada var, var, var, yedinci kıtada süsü, törpüsü, köprüsü.
Şiirde, mısraların kendi içindeki ses uyumu,
aliterasyon ve asonans şiiri zenginleştirirken, estetiksel, biçimsel ve
şiir dili bakımından da farklı bir güzellik katmış, musiki havası
vermiştir.
Şiirde yabancı ve anlaşılamayan kelime kullanılmamıştır.
Şairin, halk arasında bilinen ve tanınan kelimeler kullanması dikkat
çekicidir.
Görüleceği gibi şiirde bir sadelik vardır. Aynı
zamanda duygusal yoğunluk ve şiirin bütünü içinde ele alınması gereken
ahenk dikkat çekicidir.
Şiirde ritmin kurulmasını sağlayan öğelere baktığımız
zaman, nazım birimi, vezin, uyak ve seslerin ustaca kullanıldığını
görüyoruz.
Seslerin nasıl kullanıldığını inceleyelim.
Birinci kıtanın birinci mısrasının s – n – m – r ünsüz seslerin, iç sesin u – e – i – a gibi ünlü seslerden oluşması, ö – u – ü gibi birbirine yakın seslerin kullanılması mısrada ses zenginliği yaratmıştır. İkinci mısranın b – n – r gibi ünsüz seslerin ve iç sesin i – a gibi ünlü seslerden oluşması, a sesinin sıkça tekrarı mısrada kulağa hoş gelen ses güzelliği yaratmıştır. Üçüncü mısranın r – n – d ünsüz seslerinden oluşması, iç sesin a – i – e gibi ünlü seslerden oluşması, dördüncü mısranın s – ş – m – t – b gibi ünsüz seslerden, iç sesin ı – i – a gibi ünlü seslerden oluşması, ayrıca a ve i seslerinin ritmik dolaşımı musiki havası yaratmıştır.
İkinci kıtanın birinci mısrasında n – r – ğ – t ünsüz seslerin, iç ses olarak ü – a – ı ünlü seslerin kullanılması, ikinci mısrada r – n – d gibi ünsüz seslerin, iç seslerin e – a – i gibi ünlü seslerden oluşması, üçüncü mısranın g – n – z – m gibi ünsüz seslerin, iç sesin i – e – a – ı gibi ünlü seslerden oluşması ve g – ğ
gibi birbirine yakın seslerin mısranın başlangıç ve bitiminde
kullanılarak ritmik bir dolaşım sağlamış olması ses zenginliği
yaratmıştır. Dördüncü mısrada y – r – m – b gibi ünsüz seslerin, iç seslerin e – i – a gibi ünlü seslerden oluşması ve i sesinin sıkça yinelenmesi ritmi kuvvetlendiren bir başka unsurdur.
Hayali ufukları sarmış tabibim.
Üçüncü kıtanın birinci mısrasında n – m ünsüz seslerinin, iç ses olarak a – u – e – i ünlü seslerinin kullanılması, ikinci mısrada n – m gibi ünsüz seslerin, iç seslerin ö – e – i – a gibi ünlü seslerden oluşması, ö – ü – i seslerinin mısra içerisinde ritmik dolaşımı ses uyumu yaratırken, musiki sezgisini de kuvvetlendirmiştir. Üçüncü mısra n – m gibi ünsüz seslerden ve iç sesler a – ö – e i gibi ünlü seslerden oluşmuştur. Ünlü seslerin mısra içerisindeki ritmik dolaşımı dikkat çekicidir. Dördüncü mısranın l – b – m gibi ünsüz seslerden, iç sesin u – a – i – ı
gibi ünlü seslerden oluşması, bu seslerin ritmik dolaşımı ses
zenginliği yaratırken, şiirde musiki sezgisini kuvvetli kılan unsurlar
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dördüncü kıtanın birinci mısrasının l – n – s – ç gibi ünsüz seslerden, iç sesin e – i – ı – a gibi ünlü seslerden oluşması, ikinci mısranın l- k – s gibi ünsüz seslerden oluşması, iç sesin i – ı – a gibi ünlü seslerden oluşması, üçüncü mısranın r – k – l – s gibi ünsüz seslerden, iç sesin e – a – ı
gibi ünlü seslerden oluşması, bu seslerin ritmik dolaşımı mısrada duygu
ve düşünceyi derinleştiren unsurlardır. Dördüncü mısranın r – ş – l – b – m gibi ünsüz seslerden, iç sesin ı – i – a – e
gibi ünlü seslerden oluşması, ünlü ve ünsüz seslerin ritmik dolaşımı
musiki sezgisini kuvvetlendirirken, ses uyumunu güçlendiren, manaya
derinlik veren bir yapıya kavuşturulmuştur.
Beşinci kıtanın birinci mısrasının r – k – z gibi ünsüz seslerden, iç sesin a – ı – e gibi ünlü seslerden oluşması, ikinci mısranın m – n – r – ş gibi ünsüz seslerin, iç sesin a – ı gibi ünlü seslerden oluşması, üçüncü mısranın m – t – s – n – r gibi ünsüz seslerden, iç sesin ü – e – i – ı
gibi ünlü seslerden oluşması, ünlü ve ünsüz seslerin mısra içerisinde
ritmik bir şekilde dolaşarak güçlü ve zengin bir yapıya kavuşması dikkat
çekicidir. Dördüncü mısranın d - l – k – b – r gibi ünsüz seslerden, iç seslerin i – ı - a
gibi ünlü seslerden oluşması, ünlü ve ünsüz seslerin ritmik dolaşımı
kıtaya ses güzelliği veren, musiki havasını kuvvetlendiren unsurlardır.
Altıncı kıtanın birinci mısrasında m – l – d – r gibi ünsüz seslerin, iç sesin e – i gibi ünlü seslerin ritmik dolaşımı dikkat çekicidir. İkinci mısrada n – s – d – r – m ünsüz seslerin, iç seslerde e – i – a gibi ünlü seslerin mısraya ses uyumu kazandıran, manaya derinlik veren bir yapılanması söz konusudur. Üçüncü mısrada y – r – t - s gibi ünsüz seslerin kullanılması, iç sesin a – ı – i – e gibi ünlü seslerden oluşması, dördüncü mısranın s – r – m – b gibi ünsüz seslerden ve iç sesin ı – u – a – i gibi ünlü seslerden oluşarak mısra içerisinde uyumlu dolaşımı kıtada ses güzelliği oluşturan unsurlardır.
Ölümden de beteri varmış tabibim.
Yedinci kıtanın birinci mısrasında n – b – s gibi ve
birbirine yakın ünsüz seslerin bir uyum içinde kullanıldıkları
görülmektedir. İç sesin o – u – i – ü gibi birbirine yakın seslerden
oluşması kulağa hoş gelen bir ses uyumu yaratmıştır. İkinci mısrada s – n
– r – d gibi ünsüz seslerin, iç sesin e – i – ö – ü gibi ünlü seslerden
oluşması, üçüncü mısranın k – d – n – r gibi ünsüz seslerden, iç senin a
– ı – ü gibi ünlü seslerden oluşması, dördüncü mısranın d – b – m – r –
t gibi ünsüz seslerden, iç sesin i - e – a gibi ünlü seslerden
oluşması, ünlü ve ünsüz seslerin ritmik dolaşımı kıtaya zenginlik veren,
şiiri güçlü gösteren unsurlardır.
Ünlü ve ünsüz seslerin mısralarda sürekli tekrarı ile
şiiri ses olarak desteklemekte ve mısra içinde ses güzelliği
oluşturarak şiire bir ahenk, ritim vermektedir.
Bu seslerin mısraların kendi içinde ve çapraz olarak
aliterasyon ve asonans şeklinde yinelenmeleriyle sağlanan uyum, şiirdeki
musiki ritmini güçlendirmekte, şiiri daha güçlü ve zengin
göstermektedir.
Şiirde
bir ahenk (uyum) vardır. Şair, şiirdeki ahengi birbiriyle uyumlu
seslerin, belli bir ritimle bir arada toplamasıyla sağlamıştır. Şiirde
ahengi sağlayan ses ve ritim unsurları olan kafiye (uyak), redif,
aliterasyon, asonans ve ölçü birbiriyle uyumlu bir şekilde kullanılmış,
bu da şiiri zenginleştirerek, bir musiki sezgisi yaratmıştır.
Şair, seçtiği kelimelerle güzel ve uyumlu bir dil
oluşturmuş ve günlük dilden bağımsız ve özerk mana dili meydana
getirmiştir. Seçilen kelimeler, bu şiirde farklı bir alanda, farklı bir
anlam ifade etmektedir
Şiir dili imge (tasvir) ile meydana gelen farklı bir dildir.
Tabibim şiirinde dil, geleneğin örneğini de bize
göstermektedir. Bu farklı dil, şiiri içerik ve biçim olarak
zenginleştirmektedir.
Şair, şiirde dengeli bir bütün oluşturmuştur. Günlük
dilin yapısal değişiklikleri, özellikleri, şiirde kullanılan kelimelerin
meydana getirdiği vurgu ve yapı itibariyle şiirdeki biçimi etkilemiş
görünmektedir.
Her şiirde farklı bir dil, bu dilin meydana getirdiği
bir biçim söz konusudur. Sözcüklerin yüklendiği anlam yapı itibariyle
herkesin anlayabileceği bir dildir. Bu da şiirin biçimini etkilemiştir.
Şair, duygu ve düşüncelerini ifade etmek için güzel ve etkili bir şiir
dili oluşturmuştur.
Şiirde biçimi oluşturan şairin hikâyeye bakış
tarzıdır. Şairin içyapısı biçimin oluşmasını zorlayan unsur olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Şiirlerindeki ana tema aşk, sevgili, kavuşmak, ayrılık, hüzün, geçmişe özlem, hasret, sitem ve kederdir.
Türk şiirini yakından tanıyan, Dr. İrfan Yılmaz’ın
şiirlerindeki kuvvetli duygu akışını, zaman ve mekân yönünden günümüz
şairlerinde pek görülmeyen kendini aşma temayülünü, kuvvetli
benzetmeleri, karşınızda canlı bir varlık duruyormuş hissine kapılarak
hayal gücünüzün zorlandığını görerek anlayabilir.
Tabibim şiiri, İvo Andriç’in 1961 yılında Nobel
Edebiyat Ödülünü almasına vesile olan Drina Köprüsü adlı romanında geçen
aşkı şiirsel bir dille anlatmaktadır.
Tabibim şiirinde anlatım akıcıdır. Şairin, Türk dilini kullanmaktaki ustalığı da dikkatimi çeken bir diğer özelliktir.
Şiirin kurgusu güzel ve oldukça başarılıdır. Konu
seçimi farklı ve ilginçtir. Bu nedenle okuyucunun ilgisini çekmektedir.
Manzum hikâyelerde kurgu ve hikâyenin anlatılışı bazı şairleri zorlar.
Ancak, bu şiirde şairin hiç zorlanmadığı görülmektedir. İfade edilen
duygu ve düşüncenin okuyucuyu içine çekmesi, şiirdeki derinliğin
okuyucunun yüreğine mızrak gibi saplanması, güçlü bir poetikanın ürünü
olmasından kaynaklanmaktadır. Her mısrada tahayyül deline duygu ve
düşüncenin adeta canlı bir varlığa dönüştüğü görülmektedir.
0 Yorum -
Yorum Yaz
Prof.Dr.Nurullah ÇETİN - Mehmet Nuri PARMAKSIZ'ın "Kelebek Ömrü" isimli şiirinin tahlili
( Sayı: 16 ) Ekim 2009
15 Ekim 2009 23:43
KELEBEK ÖMRÜ
Sevdâya alışkın bu gönüller seni bekler,
Son darbe de her cân o ölüm bûseni bekler!
Sevdâ denilen çölde çiçekler de tuzaktır,
Vuslatı yakın sanma fizandan da uzaktır!
Ellerde, avuçlarda, senin ismin anılsın.
Gönlümdeki aşkın yine yoklukta sanılsın!
Yükselsin o rûhum, göğe çıksın, sana değsin.
Çektirdiğin âhlarla gönül gökleri eğsin!
Hakkın bizi halk ettiği toprak ne de paktır!
Herhalde bu yüzden ki mezâr taşları aktır!
Heyhat! Kara sevdâ denilen yol ne de dardır!
Aşk bitti mi dünyâ kelebek ömrü kadardır!
(Kelebek Ömrü, Ürün Yayınları, Ankara 2009, s.11)
Konu: Aşk. Buradaki aşk, daha sonra açıklanacağı üzere tabiî, beşerî ve ilahî olmak üzere üç katmanlı bir aşktır.
İzlek: İnsanı yaşatan ve
ömrüne anlam katan temel değer, aşk duygusudur. İnsanın var oluşunu tam
olarak gerçekleştirebilmesi, aşk duygusunu diri tutmasına bağlıdır.
Düşünce: Şiir, esas
itibariyle tam bir düşünce şiiri değildir. Ancak taşıdığı düşünsel
eğilim itibariyle mistik bir şiirdir. Şair, şiiriyle tam bir fenâ
fi’l-aşk olduğunu gösteriyor.
Olay: Bu metin, manzum
hikaye olmadığı için olay unsuru belirgin değildir; hatta hiç yoktur
denilebilir. Tabii her şiirde belli belirsiz de olsa o şiirin yaslandığı
bir takım olaylar vardır. Bunlar, bu şiirde çok arka planlarda kalıyor.
Şiir, tamamiyle saf bir şiirdir. Şair, elbette yaşadığı bir takım
olaylardan yola çıkarak böyle bir şiir damıtmıştır.
Varlık: Şiirde çöl, çiçek,
el, gök, toprak, mezar taşı, yol, kelebek gibi bir takım somut nesnelere
yer veriliyor. Bu varlıkların şiirde değerlendirilişi de tamamen
sezgici/idealist bir yaklaşıma tabi tutulmuştur. Bu nesneler, kendi
gerçek anlamlarıyla değil; şairin öznel yorumlarına tabi tutularak şiir
içinde yeniden anlam kazanmışlardır. Şiir içi özel anlam boyutlarıyla
zenginleştirilmişlerdir.
Duygu: Şiirde iyimser,
yumuşak duygulardan yaşama sevinci, ümit, hasret, romantik ve
yüceltilmiş aşk gibi duygular yoğun olarak işlenmiştir. Metin, büyük
oranda duygu şiiridir.
Görüntü:
Nesnel Görüntü: Şiir, tamamen
denilebilecek ölçüde soyutlamaya dayalı olduğu için, somut görüntüler
hemen hemen hiç yok. Mesela somut bir manzara resmi, somut bir nesne
tasviri hemen hemen hiç yok. Bu da şiirin başarısını ortaya koyan bir
özelliğidir. Somutu soyutlama süzgecinden geçirerek verebilme, şiirde
başarının göstergesidir.
Öznel Görüntü: Şiirde nesnel görüntü olmadığı gibi resimsel bir görüntü de yoktur. Tamamen hayallî bir öznel görüntü egemendir.
Soyut Görüntü: Simge ve İmgeler Dünyası
Şairin bu şiiri üretirken neler düşündüğü, neler
hissettiği o kadar önemli değildir. O, şiirini bir kez yazmıştır ama;
okuyucular onu şairinden bağımsız olarak binlerce kez çoğaltma hakkına
yani kendi muhayyilelerinde yeniden üretme hakkına sahiptirler. Ahmet
Haşim’in poetikasında ifade ettiği gibi şiir, resullerin sözleri gibi
farklı tefsirlere, yorumlara açık olmalıdır. Şairin kastından farklı
olarak değişik şekillerde yorumlanabilmelidir. Bu bakımdan ben de bu
şiiri, şairinin üretim amacını, yazılış sürecini hesaba katmaksızın, çok
da merak etmeksizin üç farklı çağrışım katmanı ile okumak istiyorum.
Bir bakıma şiiri kendi bakış açımla ve öznel algılama tarzımla çokgen
hâle getirmek istiyorum. O bakımdan yorumlarımın nesnel gerçeklikle
birebir uyuşması değil; benim ne anlamak istediğim önemlidir. Gelelim
benim algılamama göre şiirin üç anlam katmanına:
1. Tabiat aşkı: Şiirin yüzey yapısında kelebeğin
ömrü, hayatı, özellikleri, çevresi ile olan münasebeti ve tabiat sevgisi
vardır. Bu bağlamda kelebek, tabiat aşkını simgeler.
2. Beşerî aşk: Şiirin derin yapısında değinilen
beşerî aşk, belirgin olarak öne çıkıyor. Beşerî aşk bağlamında kelebek,
insan sevgiliye olan aşkı simgeler.
3. İlahî aşk: Yine derin yapıda gönderme yapılan
ilahî aşk, çok bariz biçimde ön plandadır. İlahî aşk bağlamında kelebek,
Allah aşkını temsil eder.
Şiiri her üç anlam ve çağrışım katmanıyla, birbiri
içine geçmiş bir sarmal hâlinde okumak mümkün. Bu türlü bir okuma,
kuşkusuz şiiri zenginleştirip çoğaltacaktır. Başka okuyucular da şiiri
kendi duygu, düşünce, kültür ve bilgi birikimleri doğrultusunda farklı
okumalara tabi tutabilirler. Şiir, böylelikle anonim ve mirî malı hâline
gelebilir ve işlevsel olur. Yoksa sadece şairin kastı ile sınırlı bir
anlam katmanı, şiiri kısırlaştırır.
*”Sevdâya alışkın bu gönüller seni bekler,”: Kelebekler
genellikle kısa bir ömür yaşarlar. En fazla bir yıl hayatta kalırlar. O
yüzden kelebek ömrü, kısa hayat sürecini temsil eder.
1.Kelebeği, burada baharın, neşenin, tabii
güzelliğin, yeni bir coşkunun, dirilişin simgesi olarak alırsak aşka,
sevdaya, güzelliğe, coşkuya, cıvıl cıvıl bir hayata alışkın olan
gönüller, kelebeğin ortaya çıkmasını yani onun temsilciliğinde baharın
gelmesini beklerler.
2. Gönlü aşkla, sevgiyle yoğrulmuş, sevmeye eğilimli
her insan, kalbine, gönlüne hitap edebilecek bir dünyalı sevgili arayışı
içindedir ve onu bekler. İnsan, ruh ikizini, eşini, sevgilisini arar ve
bekler. İnsanların kendi ruhlarına, kalplerine hitap edecek ideal
eşlerini beklemeleri süreci, insan hayatının önemli bir evresidir.
3. Kalbi katılaşmamış, duygusu sönmemiş, gönül gözü
hakikata kapanmamış, hak ve hakikat arayıcısı olan her gönül, her insan,
insan oluşunun anlamının ve değerinin farkına varmış her insan, gerçek
sevgili olan, insanın aşk duygusunu gerçek ve tam anlamıyla doyuracak
olan Allah aşkını bekler, O’nu arar. Özellikle tasavvufî süreç,
bütünüyle ilahî aşkı kamil manasıyla bulmak için bir bekleme sürecidir.
Tasavvuf, ilahî aşkı bekleme ve bulma cehdinin genel bir adıdır.
*”Son darbede her cân o ölüm bûseni bekler!”:
1. Tabiat aşkı bağlamında ölüm busesi, insanı
kendinden geçirecek, kişiyi âdeta öldürüp yok edecek derecedeki
çıldırtıcı güzellik, hoşluk, mutluluk üst noktasıdır. Baharla birlikte
tabiattan hissedilen estetik hazzın son sınırı, ancak son darbedeki ölüm
busesi imgesiyle en etkili biçimde yansıtılabilir.
2. Beşerî aşkta da kişinin tadabileceği en büyük aşk
ve mutluluk hazzı, birlikte yaşanan aşkın gelebileceği en son sınırdır
ve bu sınır da insanı âdeta öldürecek seviyeye gelen ölüm öpücüğüdür.
3. İlahî aşk bağlamında kişinin cezbe, istiğrak,
trans hâli âdeta insanın öldüğü, kendini kaybettiği son sınırdır. İlahî
aşkın en son sınırıyla hissedildiği o tepe nokta, ölüm busesi ifadesiyle
dillendirilen, insanı zirveden sonra aşağı iten en üst düzeydeki temas
anıdır. Aslında “ölmeden önce ölünüz” emri de tasavvufi anlamda
yorumlanacak olursa, bedenen ölmeden önce insanın kendi varlığını,
iradesini ilahî irade içinde eritmesi talebini içerir. Yani insanın
öldükten sonra ulaşabileceği hâli, ölmeden önce daha dünyadayken elde
etmesi hâlidir. İnsan öldükten sonra Allah’a elbette ulaşacaktır, O’nu
görecektir ama önemli olan dünyada bu mertebeye ulaşabilmek. İşte bu
tarifi imkansız hâli Mehmet Nuri Parmaksız, böyle çarpıcı bir mısra ile
ifadeye kavuşturmak istemiştir.
*”Sevdâ denilen çölde çiçekler de tuzaktır,”:
1. Görünüşe bakılırsa kelebekler, çiçekten çiçeğe, o
bitkiden bu bitkiye konar durur. Hüsn-i ta’lil sanatıyla açıklarsak o
zaman kelebeğin büyük bir şevkle, heyecanla o çiçekten bu çiçeğe
uçuşması onlara duyduğu aşkla izah edilebilir. Bu aşkın sonu, ucu bucağı
yoktur. Bu çiçekler birer tuzak gibidir ve kelebeği aldatıp yok eder.
Nitekim bir süre tabiat ortasında uçuştuktan sonra ölüp gitmektedirler.
2. Beşerî aşk bağlamında âşık, çiçekle
simgeleştirilen dünyalı sevgililere âşık olur, gönlünün sonsuz aşk
duygusunu onların tatmin edeceğini zanneder. Beşer olan sevgililere
büyük bir aşkla bağlanır. Ancak bir süre sonra onların yetersizliğini,
eksiğini, kusurunu görür ve aldandığını anlar. Böylece dünyanın
çiçekleri olan sevgililer, insanı aldatan birer tuzağa dönüşür.
“Sevdanın çöl olması” imgesi oldukça güzel ve yerinde bir üretimdir.
Zira insandaki aşk duygusunun ucu bucağı yoktur, sonsuzdur. İnsan
fıtratı sonsuzluğa, ebediyete müpteladır. İnsan kalbi, ve ruhu sınırlı,
kısa ömürlü, ölümlü, sonlu olana razı olmaz. Birer çiçeğe benzeyen
sevgililer de nihayet belli bir ömre sahiptir. Bir süre sonra kurur,
buruşur ve ölürler. Kendisine büyük bir aşkla bağlanılan güzel
sevgililerin hayatı, âşığı nazarında bir kelebek ömrü kadar algılanır.
3. İnsan yaratılışı, sonsuz, ölümsüz, sınırsız ve
kusursuz olanı sevmek ister, ancak onunla tatmin olur. İnsanın sonsuzluk
talebine de sadece Allah cevap verebilir. Dünyanın kadını, malı mülkü,
evladı, makamı, şöhreti ve bunlara benzer bütün nimetleri bu üçüncü
anlam katmanı bağlamında çiçek simgesiyle verilmiş. Mâsivâ, dünyaya ait
bütün güzel unsurlar yani dünyanın çiçekleri, bu bağlamda insan için bir
tuzaktır. Kişiyi ilahî aşktan alıkoyan birer tuzaktır. Hakiki aşkı
engelleyen tuzaklardır. Divan şiirinde bir mazmun olarak bu çokça
işlenmiştir. Kesretin vahdete engel olduğu, kesretin vahdeti örtüp
gizlediği, insanı çelmelediği, gerçek sevgiliye ulaşmada engel olduğu
motifleri çokça işlenmiştir. Mesela sevgilinin siyah ve çok tellerden
oluşan saçı kesrettir, masivadır. Bunlar, tevhidin simgesi olan
sevgilinin yanağını örterler. Onun için “örten” anlamında sevgilinin
saçı kâfirdir, saçı dolayısıyla da sevgili kâfir olarak nitelendirilir.
Mehmet Nuri Parmaksız da vahdete, tevhide ulaşmaya engel yani tuzak olan
dünya güzelliklerini, maddi güzellikleri birer çiçek olarak
simgeleştiriyor.
*”Vuslatı yakın sanma fizandan da uzaktır!”:
Fizan, özellikle Osmanlı döneminde uzak yerleri temsilen kullanılan bir mekan ismi olmuştur. Libya'yı
meydana getiren üç eski bölgeden biridir. Bugünkü Libya'nın
güneybatısında yer alır. Osmanlı zamanında bazı suçlular, Fizan’a
sürgüne gönderilirdi. “vuslat” da kavuşma demektir.
1. Bir tabiat mistiği, bahar âşığı, yaz
güzelliklerine meftun biri için uzun kış mevsiminde bahara ulaşmak, uzun
bir bekleyiştir. Zaman çabucak geçivermez. Bahara kavuşmak, neredeyse
mümkün olmayacak gibidir. Bu bağlamda bahar, Fizan’dan çok daha
uzaklarda görülür.
2. Beşerî aşk bağlamında kişi, sevdiği, büyük bir
aşkla tutulduğu insana kavuşmayı sabırsızlıkla beklediği için her saniye
ona bir yıl gibi gelir. Sevgilisine kavuşacağı zamanı sabırsızlıkla,
özlemle beklediği için ona kavuşmak Fizan’dan bile uzaktır. Fizan’dan da
uzak olma imgesinin bir başka çağrışımı da şununla ilgili olabilir:
Osmanlıda Fizan’a sürgüne gönderilenler ya çok uzun süre orada
tutulurlar yani geri dönmeleri mümkün değil gibidir ya da oraya giden
bir daha gelmez, oralarda bir şekilde ölür kalır. İşte âşık için,
kendisinden ayrı olduğu sevgilisi Fizan gibi uzak mekanlarda tahayyül
edilir. Sanki ona bir daha kavuşamayacak gibi bir hisse kapılır.
3. İlahî aşk yoluna girmiş bir kişi için Allah’a
kavuşmak, O’nun aşkını elde etmek o kadar kolay değildir. O’na ulaşmak
için uzun bir yol kat etmek gerekir. Mutasavvıflar yıllarca çile
çekerler, zühd ve takva eğitimi alırlar, ondan sonra ilahî aşk yolunda
mertebe katedebilirler. Allah aşkını elde etmek, Allah’a vasıl olmak,
O’na kavuşmak, bu bakımdan Fizan’dan da uzaktır, yakın ve kolay bir yol
değildir. Büyük zorluklar, emekler, çileler çekmek lazımdır.
*”Ellerde, avuçlarda, senin ismin anılsın.”: Bizim
kültürümüzde sevilen bir nesneye elle temas, onu elle okşamak,
avuçlamak, yakınlığın, samimiyetin, özdeşleşmenin, benimsemenin,
kabullenmenin bir göstergesidir. Sevilen bir değer ya da nesnenin
ellerde avuçlarda isminin anılması, ona duyulan sevginin sürekliliğini
ifade eder. Bu bağlamda:
1. Bahar mevsiminin ve bu mevsimdeki tabiat
güzelliğinin bir simgesi olan kelebeği elimize, avucumuza alarak onu
âdeta okşarız, onunla oynarız, onu bir süre tutar sonra uçururuz. Böyle
elle avuçla sağlanan temas, bahar mevsimindeki tabiat güzelliğinden
duyulan coşkuyu ifade eder.
2. Sevdiğimiz insanın, sevgilimizin elini tutarız,
elini tutmak onun elini, avucumuzun içinde âdeta saklamak şeklinde
somutlaştırılan sahiplenmenin bir şeklidir. Sevgiliye kuvvetle duyulan
aşk, onun elini avuçlarımızda âdeta kenetleyerek tutmakla özdeştir.
Elini elimize aldığımız sevgiliyi hiçbir zaman bırakmamak, onunla
ölünceye kadar birlikte olmak, hep onun ismini hatırda tutmak, aşkın
gücünü ifade eder.
3. İlahî aşk bağlamında ise çok belirgin bir imge
olarak karşımıza çıkıyor. Müslümanlar her işe başlarken Allah’ın ismini
anarlar. Her işe besmeleyle başlanır. Yani Allah’ın ismini anarak
başlanır. Bu Allah’a olan bağlılığın, sevginin ve teslim oluşun bir
ifadesidir. Allah’ın isminin ellerde avuçlarda anılması ise Allah’a olan
bağlılığımızın fiilî olarak gösterilmesidir. Dilimizle, sözle Allah’ın
ismini hatırlamak vardır, önemlidir ama asıl önemli olan bizzat fiilî
olarak, icraatla, işle, eylemle Allah’ın ismini anmaktır. Bu da elle
olur. Zira el, insanın en önemli iş yapma, eylem ortaya koyma, icraat
yapma organıdır. El olmadan pek bir iş yapılamaz.
Bütün ibadetler, hayırlar genellikle el yardımıyla
yapılır. Bir de tabii Arap harfleriyle yazılan Allah kelimesi şekli
itibariyle açık bir avucun parmaklarının şekliyle hemen hemen aynıdır.
Serçe parmağı baştaki elif harfi, onun yanındaki 3 parmak da yandaki
resimde görüldüğü gibi lam harflerinin ve güzel he’nin başlangıç
çizgilerine tekabül eder. Baş parmak da he harfinin karşılığıdır.
Bu hâliyle insanların elleri ve avuçları, şekilleri,
görünüşleri itibariyle sürekli Allah’ın ismini anarlar. Ayrıca her
insanın parmak uçlarının çizgileri itibariyle kimseye benzememesi,
biricik olmayı, yekta, tek, vâhid olmayı ifade eder. Allah da tektir,
biriciktir, kimseye benzemek, vâhiddir, ehaddir. O hâlde her insanın
elleri, yegane oluş bakımından Allah’ın ismini anarlar. Görüleceği gibi
çok zengin çağrışımlara açık bir imge yüklülüğüne sahip bir mısradır bu.
*”Gönlümdeki aşkın yine yoklukta sanılsın!”:
Aşkın yoklukta sanılması, aşkın en üst derecesidir. Bu varla yok arası
bir hâldir. Bir şeyin var olması, somut anlamda görünür olması demektir.
Somut anlamda görünürlülük, bir derecedir. Bunun da ötesi vardır.
Halbuki bir şeyin artık görünemez olması, onun gelinebilecek en son
dereceye ulaştığını ifade eder. Bizim geleneksel Türk-İslam kültürümüzde
bu durumu ifade etmek üzere “şiddet-i zuhûrundan gizlenmek” diye bir
ifade vardır. Bunu 3. anlam katmanı olan ilahî aşk bağlamında biraz daha
açacağım. Bu bağlamda:
1. Kelebeğin temsilciliğindeki tabiat güzelliğinin,
bahar coşkusunun şairin gönlündeki varlığı, sevgisi var olduğu
görünemeyecek kadar yok sanılmaktadır.
2. Şair, beşerî sevgilisine duyduğu aşkın şiddetini
ve büyüklüğünü böyle paradoksal bir imge içinde vurgulamaktadır. Türk
şiirinde tezat, ya da paradoks, duygu ve düşünceyi kuvvetle ifade eden
önemli bir üslup tekniğidir. Makul ve mantıkî görünmeyen tezat da
denebilir buna. Aşkın varlığının yoklukta sanılması işte paradoks
dediğimiz tekniği çok başarılı bir şekilde göstermektedir. Kuvvetli bir
şekilde var olan aşkın âdeta yok sanılması hâli tam bir ayniyet
ifadesidir, tam bir özdeşlik hâlidir. Şairin sevgilisiyle tam anlamıyla
özdeşleşmesini ifade eder.
3. Tasavvufta çok kullanılan bir durum, burada
yepyeni bir imgeye kavuşmuş. Geleneksel Türk tasavvuf edebiyatında
fenafillah hâli, Allah’ın şiddet-i zuhûrundan (aşırı derecede
görünürlülüğünden) gizlenmesi hâli, değişik mazmunlarla kullanılmıştı.
Mutasavvıfın, fenafillah yani Allah’ta fani olmak, beşerî iradesini
ilahî iradede tam olarak eritmek, Allah’la aynîleşmek derecesindeki
bağlılığı ve aşkı söz konusudur. Allah’a olan aşkı o derece fazladır ki
görenler âdeta yok sanırlar. Allah, yarattığı güzel eserlerle,
bitkilerden hayvanlara, insanlardan denizlere ve yıldızlara kadar bütün
güzel eserlerle kendi varlığını o kadar ayan beyan gösteriyor ki yani
zuhuru, görünürlülüğünün şiddeti o kadar faza ki âdeta görünmez olmuş,
gizlenmiş. Allah’ın insanlar tarafından görünmez olması bu manadadır.
Mehmet Nuri Parmaksız, bu hâli kendi zamanına ve diline özgü olarak
yeniden üretmiş.
*”Yükselsin o rûhum, göğe çıksın, sana değsin.”:
1. Tabiat sevgisi, bahar coşkusu şairi o kadar
ferahlatıyor ki içi içine sığmaz oluyor. Ruhunda âdeta bir sonsuzluk
duygusu uyandırıyor. Sonsuzluk duygusunu hisseden ruhu, ancak göklere
doğru uzanarak kendisini ifade edebilir. Kelebek de göklere doğru uçar
gider. Şair, ruhunun, sevinç ve coşkusunun göklere doğru uzanıp gitmesi
ile kelebeğin uçup gitmesi arasında bir paralellik buluyor.
2. Şair, beşerî sevgilisi için duyduğu aşkın
büyüklüğünü ifade için sevgilisine göklerde, yüce bir makam veriyor. Onu
yüceltiyor. Ruhunun da yükseklerdeki sevgilisine değmesini istiyor.
3. Tasavvufta insan Allah’a ne kadar çok bağlanırsa,
O’nu ne kadar çok severse ruhu da o kadar yükselir, yücelir, yüce bir
konum alır. Mutasavvıf, ruhunun göklere çıkarak Allah’a değmesini ister.
İslam inancında Allah için bir mekan ittihaz edilmezse de halk
tasavvurunda değerli olan her şey göklerde, yükseklerde tahayyül edilir.
Allah’ın göklerde, yücelerde bir yerlerde olduğu tasavvuru buradan
gelir.
*”Çektirdiğin âhlarla gönül gökleri eğsin!”: Ah çekmek bir özlemi, hasreti, kavuşma, buluşma isteğini ifade eder.
1. Uzun kış boyu bahara ah çekilerek duyulan özlem
sonucu Nisan yağmurlarıyla gökler âdeta yeryüzüne eğilmiş, tabiatın
canlanmasını sağlamıştır. Burada kuvvetli bir hüsn-i ta’lil sanatı ile
karşı karşıyayız. Gökler, gökyüzü zaten baharla birlikte yeryüzüne
eğilerek ona yağmur döker ve tabiat canlanır. Şair, gönlünün çektiği
ahlarla bu işi sağladığını ifade ediyor ki bu tamamen şair ruhunun
zarifane ifade üretmesinden başka bir şey değildir.
2. Divan şiirinde de şair, sevgilisine kavuşmak için
sabahlara kadar ah çekip inler. Ayrılık acısı ve hüznüyle sevgilisine
duyduğu hasreti ah çekerek yansıtır. Bu çekilen ahlar o kadar
kuvvetlidir ki sonunda gökler bile buna eğilir. Buradaki bağlamıyla
“gökler” gururun, eğilmezliğin ifadesidir. Sevgili âşığa yüz vermeyen,
başı göklerde, burnu havada mağrur biridir. Buna tegafül hâli denir.
Yani sevgili âşığına karşı tegafül hâlindedir, onu görmezden gelir.
Âdeta yok sayar. Şair, burada sevgilisinin çektirdiği ahlarla göklere
uzanan gururunun kırılmasını, kendisine eğilmesini, tegafül hâlinden
kurtulmasını istiyor.
3. Mutasavvıf şair de elest bezminden itibaren ayrı
kaldığı Allah’ına duyduğu hasreti, onun için ah çekerek ifade eder.
Mutasavvıf, hayatını Allah’a kavuşmak için ah çekerek geçirir. Bu kadar
çekilen ahlar yani Allah için yapılan dualar, ibadetler sonucu kendisine
eğilmesini, acımasını, merhamet etmesini, ilgi göstermesini diliyor.
Buradaki “gökler” Allah’ı temsil ediyor. Görüldü gibi tasavvufî
duyarlılık, Mehmet Nuri Parmaksız tarafından özgün bir şekilde yeni
imgelerle üretilmeye devam ediyor.
*”Hakkın bizi halk ettiği toprak ne de pâktır!”:
Toprak, bizim kültürümüzde temizliği, bereketi, feyzi, nimeti,
güzelliği temsil eder. İnsan, bu topraktan yaratılmıştır. Toprak, insan
gibi değerli bir varlığın yaratılması için kaynaklık ettiği gibi
baharın, bitkilerin, hayvanların, böceklerin nihayet kelebeğin de
yaratılmasında kaynaklık etmektedir. İnsanın da kelebeğin de bütün
güzelliklerin de kaynağı nihayet aynı yerdir, topraktır. Bu bakımdan
toprak paktır, temizdir, güzeldir. Bir de tabii toprak, her pisliği
temizler, her kiri, kötülüğü, yok eder. İnsanların kötüleri bile en
sonunda ölerek toprağa karışıp ortadan kalkar. Bu bakımdan Allah’ın,
insanı ve bütün varlıkları yarattığı toprak, temizleyendir aynı zamanda.
1. Tabiat güzelliklerinin zemini olan toprak elbette temizdir, güzeldir, insan ruhuna ferahlık ve coşku verir.
2. Âşık da sevgili de aynı topraktan geldiğine göre
her ikisindeki temiz sevgiler, saf aşk duyguları, topraktan kaynaklanan
bir paklığa, temizliğe ve saflığa sahiptir.
3. Biz ilahî aşka, topraktan kaynaklanan yaratıkların
güzelliğinden hareketle ulaşırız. Eserden müessire gideriz. Sanattan
sanatkâra ulaşırız. Toprakta biten çiçeklerin güzelliğinden Allah’a
ulaşırız. Dolayısıyla bizde Allah aşkını büyüten toprakta gördüğümüz
harikuladeliliklerdir.
*”Herhalde bu yüzden ki mezâr taşları aktır!”:
Mezar taşlarının ak olması, ölümün güzelleşmesi ve anlam kazanmasını
ifade eder. Bizim kültürümüzde ölüm, sanıldığının aksine kendisine çok
olumlu değerler yüklenen bir kavramdır.
1. Tabiatın güzelliği, ancak onun ölümüyle
hissedilebilen bir şeydir. Tabiat, her sonbaharda ölüp ilk baharda
yeniden dirilmese güzelliğinin kıymeti anlaşılmaz. Bahar ve yaz
aylarında görünen kelebekler, kışın ölüp ilkbaharda yeniden ortaya
çıkmasa yine özlemle sevilmezler. Demek ki ölüm, aslında yeniden doğuşu
ifade eder. Ölüm, yeniden doğuş ümidinin coşkusunu yansıtır. Bu yüzden
bizim kültürümüzde mezar taşları siyah değil aktır.
2. Özellikle Türk halk hikayelerinde büyük ve sarsıcı
aşklar, dünyada değil ölümde vuslata erer. Sevgililer mezarda
birleşirler. Divan edebiyatında da vuslat, dünyada istenen bir şey
değildir. Ayrılık, aşkı daha da büyütür ve onu ebedî kılar. Sevgiliye
öldükten sonra kavuşma daha çok istenen bir şeydir. O yüzden beşerî aşk
bağlamında mezar yani ölüm, olumlu bir hadise olarak karşılanır. Mezar
taşlarının ak olması bu anlamdadır.
3. İslam inancında ve tasavvufunda ölüm, mezar,
insanı terbiye eden, olgunlaştıran bir nasihatçıdır, mürşiddir,
uyarıcıdır. Mutasavvıf, ölümü sürekli hatırda tutarak tekâmül eder,
insan-ı kâmil olma sürecine böyle devam edebilir. Ayrıca mutasavvıf, çok
sevdiği Allah’ına ancak ölümle kavuşabilecektir. O yüzden mezar taşları
siyah değil aktır. Ayrıca Müslüman ölümle sonsuz, ebedî bir hayata
açılacaktır. Bu yüzden ölüm bir yok oluş, bir bitiş değil, yeni bir
başlangıcın kapısıdır ve o yüzden aktır.
*”Heyhat! Kara sevdâ denilen yol ne de dardır!”:
“Kara sevda” güçlü ama umutsuz bir aşkı ifade eder. Malihulya,
melankoli demektir. Tam bir karamsarlık ve kötümserlik hâlidir. Çevreyle
irtibatın kesilmesi hâlidir.
1. Tabiat sevgisinde kara sevda, insanı dar bir yola
sokar. Bahar ve yaz bitip de bir daha gelmeyecekmiş gibi bir hisse
kapılmak, insanı dar bir yol olan kara sevdaya iter. Cenap Şehabeddin bu
hâli “Elhan- Şitâ” şiirinde değişik bir şekilde terennüm etmişti.
2. Beşerî sevgiliye kara sevda ile tutulmak, âşığı
dar bir yola, hatta çıkmaz sokağa iter. Âşık sevgilisine büyük bir
tutkuyla bağlanınca onun bir gün elinden gidivereceğini, ölüp yok
oluvereceğini düşününce umutsuzluğa, çaresizliğe, karamsarlığa yani kara
sevdaya, melankolik bir hâle düşer. Bu olumsuz bir durumdur.
3. İlahî aşkta ise kara sevdaya yer yoktur. Zira
Allah sonsuzdur, ölümsüzdür. Beşerî sevgili hasta olabilir,
ihtiyarlayabilir, ölebilir, yüz vermeyebilir; ama Allah bütün eksik ve
kusurlardan uzak olduğu için sonsuza dek mükemmel özelliklerle vardır.
Dolayısıyla kişi, gönlünü Allah’a bağlarsa umutsuz olmaz, zira aşkın
karşılığını bulur. Karamsar olmaz zira ebediyyen onunla beraber olur.
*”Aşk bitti mi dünyâ kelebek ömrü kadardır!”:
Aşk duygusu, insanı ele veren en gizemli hâlidir. İnsanın şifresi bir
bakıma aşkında gizlidir. İnsanı yaşatan, başarılı yapan, ömrünü anlamlı
hâle getiren hep aşktır, şevktir, istektir, arzudur, ideal hissidir. Bu
duygu olmadı mı insan var oluşunu gerçekleştiremez. İnsanın ömrünü
uzatan aşktır. İster sevgiliye, ister Allah’a, ister işine, ister
idealine, ister başka bir şeye duyulan aşk, insan ömrünü verimlilik
bağlamında uzatır. Aşk biterse insanın hayatla, dünyayla olan bağı da
biter.
1. Tabiat sevgisi biterse insanın dünyayla olan bağı
kelebek ömrü kadar çok kısa olur. Tabiat sevgisi demek tabiatı, hayatı,
güzelleştirecek işler yapmak demektir. Dünyayı imar etmek tabiat, dünya,
insanlık sevgisiyle mümkündür. Bu sevgi biterse insan da bir kelebek
ömrü kadar kısa sürede var olup sonra kaybolur gider.
2. İnsan sevgilisine her zaman aşkla, tutkuyla,
özlemle bağlanmalıdır. Sevgiliye duyulan aşk bitti mi evlilik de biter,
ilişkilerdeki samimiyet de biter, hayattan alınan zevk de biter.
3. Allah’a duyulan aşkın bitmesi, dünyanın ve hayatın
ömrünün hepten bitmesi demektir. İnsanın Allah’a duyduğu aşkı bitirmesi
demek, varlığının sona ermesi demektir.
Nazım Şekli: Şiir, mısra
kümelenmesi ve kafiye sistemi bakımından Divan şiiri nazım şekillerinden
mesnevi şeklinde düzenlenmiştir. Beytler hâlinde tanzim edilmiş ve her
beyti kendi içinde kafiyelenmiştir. Yalnız klasik mesneviden farklı
olarak hacim bakımından kısadır ve özel bir başlığı vardır.
Dil ve Üslup: Şiirin dili
oldukça yalındır. “Vuslat” ve “halk etmek” gibi bazı kelimelerin, bazı
okuyucular tarafından anlamı bilinemeyebilir, ama genelde günümüz
Türkçesinde kullanılan dil unsurlarıyla örülüdür. Şair, karmaşık
tasavvufî düşünce ve duyguları bile günümüz Türkçesinde kullanılan
kelimelerle ifade edebilme başarısını göstermiştir. Şiirde dil
sapmalarına yer verilmiyor. Şair, Türkçeyi oldukça başarılı ve güzel bir
biçimde kullanıyor.
Üslup bakımından kuvvetli bir lirik üslup kendini gösteriyor. Ayrıca soyutlama üslubu da öne çıkmaktadır.
Ahenk: Şair, şiirini
ahenkli kılabilmek için daha çok geleneksel ahenk unsurları olan vezin
ve kafiyeden faydalanmış. Aruzun: “Mef’ûlü / Mefâ’îlü / Mefâ’îlü /
Fa’ûlün” veznini çok başarılı biçimde uyarlamış. Veznin ahengi, şiirin
konusuna uygun bir paralellikte.
Kafiye olarak da çok özgün ve başarılı bir uygulama
görüyoruz. Bütün beytlerde tunç kafiyeye yer vermiş ki bu, şairin
kafiyeye hem önem verdiğini hem de hâkim olduğunu gösteriyor. Zira tunç
kafiye yapmak kolay değildir, yapan da büyük iş başarmış olur. Sırayla
bütün beytlerdeki tunç kafiyeler şöyle gösterilebilir:“seni-bûseni”, “tuzaktır,-uzaktır”, “anılsın-sanılsın”, “değsin-eğsin”, “paktır-aktır”, “dardır-kadardır”
Tabii yine her beyte bulunan redifler ve ayrıca kelime tekrarları da şiire ahenk katan unsurlar arasında yerlerini alıyorlar.
0 Yorum -
Yorum Yaz
Çelebi ÖZTÜRK - Sebahat Mayda YAVUZ'un "Baş deyip yıkasam" isimli şiirinin tahlili
( Sayı: 15 ) Eylül 2009 celebi_ozturk@hotmail.com
13 Eylül 2009 11:51
Sebahat Mayda Yavuz, Ortanca Dergisi’nin belki 5.
sayısında tanıştığım, barışçı, insan sevgisi ile dolu yüreğiyle beni
etkileyen bir edebiyatçı… Teknolojinin nimetlerinden biz de
olabildiğince faydalanıyoruz ve msn’de konuşuyoruz. Tabii ki konumuz
edebiyat… Konu edebiyat olunca ilk sözümüz şiir oluyor. Sonra
yayıncılığın zorluklarından söz ediyoruz.
Birbirimizi tanımıyorduk henüz, ancak tanımaya ne
lüzum var ki! Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi dostane bir sohbet
içerisindeyiz. Bir dost, bir arkadaş gibi edebiyattan konuşuyoruz. Konu
şiir olunca tanışıklığımız ilerliyor! Konu şiir olunca birbirimize
ısınıyoruz, yakınlaşıyoruz. Öyle ya, ortada şiir varsa birbirimizi
tanımamız doğal… Kıtaları birbirine yaklaştıran şiir değil mi? Şiir
değil mi insanları birbirine sevdiren, kaynaştıran… Şiir gerçeğin aynası
değil midir? Tüm gerçekliğiyle ruh halimize yansıyan edebiyatın bu
türünde sahtecilik olabilir mi?
Kuşları, böcekleri, ağaçları, hayvanları ve insanı
sevmeyen şiir yazamaz. Şirin mayası sevgidir. Şiirde görülen en büyük
özellik insan sevgisidir. İnsanın olmadığı yerde sevgide olmaz. Şiirin
olmadığı yerde kargaşa meydana gelir. Anarşi ortaya çıkar. O halde şiir,
insanı sevdiren, insanları birbirine yaklaştıran bir sanat dalıdır.
Sayın Sebahat Mayda Yavuz hanımefendi ile dostluğumuz
sanki yıllara dayanıyor. Birbirimizi anlıyor, birbirimizin yüreğine
sesleniyoruz. Şiir, duyguların dil yardımı ile açığa vurulmasıdır ki,
biz de edebiyatın bu türü ile bunu gerçekleştiriyoruz.
Konuşurken, bana birkaç şiirini gönderdi. Okudum, yalın, arı bir Türkçe ve duygunun sel gibi aktığı derin mısralar!
O, kendine şair demiyordu, ancak şiirlerine
“karalama” demeyecek kadarda kalemine saygılı… Şairlerin ve şiirlerin
mantar gibi bittiği, şair ve şiir enflasyonunun yaşandığı bir dönemde,
bu saygın edebiyatçının kendisine şair demeyecek kadar alçakgönüllü
oluşu, o’nun duruşuna kat be kat saygınlık kazandırıyor.
Yüreği sevgi dolu bir insan, barış için çarpan yüreği
dünyanın neresinde olursa olsun “savaşa hayır!” diyor. Bir sabah
uyandığında denize şiir yazan insana kızıyor! Çünkü savaşlarda ölen,
sakat kalan, evsiz kalan, tecavüzlere uğrayan insanlar seslerini
aramakta! O, bunları düşünürken denizlere şiir yazamaz. Aşk için şiir
yazamaz. Bu acı o’nu olgunlaştırır. “Acı, insanı gökyüzüne ulaştıran
merdiven gibidir” der, bir İngiliz Atasözü… Sebahat Mayda Yavuz,
gökyüzünün üzerinde bir yerde! Bulut gibi süzülmeye, yağmur gibi akmaya
hazır! O’nun yüreğindeki acılar o’nu erenler katına yükseltmiştir belki!
Ve o acı o’nu yüceltmiştir.
BARIŞ DEYİP YIKASAM
Ah! Bir kelebek olsam
Daldan dala hep konsam
Mutlu olduğum dalda
Durup da konaklasam!
Ah! Göklerde kuş olsam
Bulutlarla yarışsam
Çizilen sınırlarda
Durup kahkaha atsam!
Her ülkeye ulaşan
Gökteki güneş olsam
Savaş olan yerlere
Perdemi hiç açmasam!
Gökte bir bulut olsam
Yağmurları taşısam
Silah, savaş diyeni;
Barış, deyip yıkasam!
Sebahat Mayda YAVUZ
“BARIŞ DEYİP YIKASAM” ŞİİRİNİN TAHLİLİ
A-DİL: Barış Deyip Yıkasam
şiirinin en belirgin özelliği sade ve anlaşılır bir Türkçe ile yazılmış
olmasıdır. Burada şairin Türk diline derin sevgi ve saygı beslediğini
anlamak mümkündür. Şair, sade ve anlaşılır bir Türkçe kullanmakla
okuyucuya direk ulaşmayı da hedeflemektedir. Aslında şair, dili ile
evrensel olma yönünde ilk basamağı çıkmıştır! Bu dil ve sadelik ile tüm
şiirleri gelecek yüzyılda her yaşta rahatlıkla okunabilir. Şunu
söyleyebiliriz ki, şairin herkese hitap etmek istediği anlaşılmaktadır.
B-ZAMAN: Şairin hayalinde olmasını arzuladığı, içinde yaşattığı barışın tasvir edildiği duygu ve düşünceleri üçüncü kıta da “Her ülkeye ulaşan/Gökteki güneş olsam/Savaş olan yerlere/Perdemi hiç açmasam!” ve dördüncü kıta da“Gökte bir bulut olsam/Yağmurları taşısam/Silah, savaş diyeni;/Barış, deyip yıkasam!”
mısralarında görebiliyoruz. Şiirdeki zaman, şairin ruhundaki, öz
benliğindeki hayalin arzulandığı zamandır. Hayalinde yaşattığı zamanda
mutluluğu aramaktadır. Bu zaman, o’nun ruhundaki özlemin ta kendisidir.
Şair, zaman, mekân ve insan üçgeninde başarılı bir ilişki kurmaktadır.
C-MEKÂN: Mekân, şairin
iç dünyasıdır. İç dünyasında kelebek olup oradan oraya uçarak mutluluğu
aramakta, bazen bir kuş olma isteğiyle bulutlarla yarışmakta ve
yeryüzünde çizilen sınırları alaya almaktadır. Hayal gücü yüksek insan
için sınır tanımak mümkün mü? Bazen de güneş olup savaşların üzerini
örtmekte, onları karanlığa gömme isteğiyle yanmaktadır. Bazen de bir
bulut olup, yağmuru barış adına savaşların üzerine yağdırmak
istemektedir ki, burada savaşların bitmesi arzusu vardır. Bu düşünceler
o’nun ruhundaki mekânın yalnız barışın arzulandığı ruhu, yani öz benliği
olduğunu ortaya çıkarıyor.
Şair, barış arzusu ile mekânı çoktan aşmıştır.
D-İNSAN: Şiirdeki insanın, “olsam, konsam, konaklasam, yarışsam, atsam, açmasam, taşısam, yıkasam ”
kelimelerinden de anlaşılacağı gibi şairin kendisi olduğu kuvvetli bir
şekilde vurgulanıyor. Burada ben’lik duygusunun öne çıktığı görülüyor
ki, bu da şiire lirizm katıyor. Şairin, ülkelerin sınırlarını
genişletmek, ülke veya şahsi menfaatler düşüncesinden dolayı barışı
bozan ve ülkeleri kana boğan, insanların ölümüne yol açan korkunç
savaşların çıkmasına neden olan her ülkeye, her kitleye bir düşmanlığı
vardır. O’nun iç dünyasında savaşa yer yoktur. O, barış özlemi ile
yanmaktadır. “Ah! Bir kelebek olsam/Ah! Göklerde kuş olsam/Her ülkeye ulaşan/Gökteki güneş olsam/Gökte bir bulut olsam”
mısralarında şairin iç dünyasında hayal ettiği, olmasını arzu ettiği
başka bir dünyanın varlığı öne çıkmaktadır. Bu varlık şairin ruhunu,
yani “ben” ini yansıtıyor. Dolayısıyla öne çıkan bu “ben” duygusu şiire
lirizm katıyor ve şiire derinlik kazandırıyor.
E-DUYGU VE DÜŞÜNCE: Şair, birinci kıtanın birinci mısrasında “Ah! Bir kelebek olsam”
diyerek kelebek olma arzusunu dile getirmiştir. Bir insanın “kelebek”
olma arzusunun altındaki gerçeği irdelemek gerekir. Hâlbuki yaratıklar
içerisinde en kutsal varlık insandır. Şairin bu gerçeği görmezden
geldiğini düşünmemek gerekir. Şair neden kelebek olma arzusundadır, önce
bunu inceleyelim: Kelebekler dünyanın en hassas böcekleridir. Uçarlar,
ömürleri 2–4 haftadır. Dünyanın her yerinde yaşayabilme özelliğine sahip
olan bu böcekler, yağmur ormanlarında yaşamayı severler. Çeşit çeşit
renkte ve narin uçuşlarını hayranlıkla izlediğimiz kelebeklerin birçok
yararı vardır. Doğanın dengeli ve sağlıklı olabilmesi için insanların
kelebeklere ihtiyacı olduğu bilinmektedir. Bunları da belirtelim: Yabani
bitkilerin polenlerinin taşınmasına yardımcı olarak hem bitkinin
çoğalmasını hem de o bitki ile beslenen hayvanların yiyecek bulmasını
sağlar. Bu bitki grubu ile beslenen canlılara insanlar da dâhildir.
Hassas bünyeleri en ufak çevreyle ilgili değişiklerden
etkilendiklerinden, kelebekler ekolojinin sağlıklı olup olmadığının bir
göstergesidir. Pek çok kelebek kısa mesafelere göç ederler. Bazı kelebek
türleriyse yüzlerce kilometre uzaklıktaki mesafelere göç edebilirler
Düşünen
varlık olarak insanlar yararlı işlerle uğraşmalı, bu işleri insanlığın
faydasına sunmalıdır. Düşünmeyen, hissetmeyen ve hayvansal dürtüleri ile
hareket eden kelebek bile doğaya ve insanlığa fayda sunarken,
insanların bunları görmezden gelmesi, vurdumduymazlığı yadırganır.
İnsanların bunu görerek ders alması gerekir. Şairin kelebek olma arzusu,
insanların yakıcı, yıkıcı, barışı bozucu, insanlığa zararlı işlerle
uğraşmasına tepki olarak düşünülmektedir. Bu nedenle daldan dala uçarak
savaşın, kanın, gözyaşının olmadığı bir yer aramaktadır. “Ah! Bir kelebek olsam” mısrasında
bir arayış vardır. Kelebeğin narin süzülüşü mutluluğun simgesidir.
Kelebeğin dünyasında kan, gözyaşı, açlık, sefalet yoktur. Bu nedenle
şair, kelebeğin yerinde olmak istemektedir.
İkinci kıtada şairin kuşa özentisini görüyoruz. “Ah! Göklerde kuş olsam”
mısrasındaki kuş olma arzusu barışı simgelemesinden kaynaklanmaktadır.
Şairin ruhundaki özlem, dünyadaki savaşların durması ve barışın hâkim
olmasıdır. Bulutlar gökyüzünde usul usul süzülür, kimi yerinde durur,
kimi gökyüzüne ayrı bir görünüm verir, bazen zevk alarak izleriz.
Gökyüzünün en üst noktasında yeryüzünü seyreden bulut, dünyadaki
savaşlardan, gözyaşlarından, açlık ve sefaletten soyut bir haldedir.
“Gökyüzünde bulut olup kuş gibi süzülmek” edebiyatımızda sık
rastladığımız bir söylemdir. İkinci mısrada “Bulutlarla yarışsam”
diye seslendiği bir arzu vardır. Şair, bulutla neden yarışmak
isteğindedir? O’nda bu isteği uyandıran gizli tahayyül nedir? Bulut
havadaki su buharının yani nemin birleşerek oluşturduğu ve
kilometrelerce yukarıda rüzgârlar yardımıyla oradan oraya gezen ve bazen
de yağmur olarak yeryüzüne düşen kütlelerdir. Özellikle beyaz olanlar
pamuk gibi gökyüzünü süslerler. Bulutlar bulundukları yere göre yüksek,
orta ve alçak bulutlar olmak üzere üç sınıfa ayrılabilir ve dünyanın
şekline ayak uydurdukları için bu yükseklik dünyanın enlemleriyle
doğrudan alakalıdır. Kuşun çapı düşünüldüğü zaman bulutun milyonda biri
kadar küçük bir çapa sahip olduğu görülmektedir. Barışın simgesi olan
kuş olma isteğindeki şairin, bulutlarla yarışma isteği yeryüzünde
çizilen sınırları daha küçük görmesinden kaynaklanmaktadır. Yüzyüzü,
dünya devletlerinin sınırlarından meydana gelmektedir. Her ülkenin
kendine göre bir yüzölçümü, bu yözölçümü belirleyen sınırları vardır. Bu
sınırların tespiti maalesef her zaman kanlı olmuştur. Devletleri idare
edenlerin kimi zaman ihtirasları, kimiz zaman sınırlarını genişletme
isteği bu savaşların ana sebebidir. Bu savaşlarda binlerce insan
ölmüştür. Yüzlerce insan sakat kalmış, çocuklar öksüz, kadınlar, genç
kızlar ve çocuklar tecavüze uğramışlardır. İşte bu kadar acı ve
gözyaşının ortasında insanın kuş olup uçması, bulut olup gökyüzünde
süzülerek her şeyden kendini soyutlaması, insanların vurdumduymazlığına,
maddi açlığına, daha çok isteme, en kudretli olma arzusuna oradan
gülmek, evet, hem de kahkaha atarak katıla katıla gülmek hisleri
uyanıyor. Şairde bunu yapmak arzusundadır.
Yüryüzünü ısıtan bir
tek güneş var… Doğudan doğar, batıdan batar. Asya da, Avrupa da ve
Afrika kıtalarında farklı farklı yerlerden doğup batmaz. Güneş dünyayı
ısıtır, aydınlatır. Üçüncü kıtanın üçüncü ve dördüncü mısralarındaki “Savaş olan yerlere/Perdemi hiç açmasam”
düşüncesi şairin savaşan ülkelere kızgınlığını göstermektedir. Savaşan
ülkelerin güneşin aydınlığı ile aydınlanmaması, güneşin ısısıyla
ısınmaması gerekir. Çünkü savaşlar her şeyiyle karanlıktır, her şeyi
karartırlar! Savaşlar ağlatır, savaşlar utanç verir. Güneş, savaş olan
yerleri aydınlatmaz ise insanların utanmasına neden olan olaylarda
görülmeyecektir. Savaşlar utanç vesilesidir. Bu nedenle aydınlanmamalı,
pisliği görülmemelidir.
Dördüncü kıtada şairin “bulut olsam”
kelime grubunda bulut olmak arzusunda olduğunu ve sonra da yağmurları
taşımak isteğiyle seslendiğini görüyoruz. Yeryüzünü kötü yüzü ile ısıtan
savaşlar şairi “bulut” olmaya özendirmektedir. Nem taşıyan hava
molekülleri genleşmesi sonucunda yoğunlaşarak nemin soğumasına neden
olması ile bulutların oluştuğunu biliyoruz. Tepemizde gezinen orta
büyüklükteki bir bulutun hacmi 4 milyar metreküptür ve içinde 1 ile 5
milyon kilogram su vardır. Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir
bulutta en azından 1000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1 milyon
tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki
yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde
gezinip dururlar. Gökte bulutun oluşup yağmurları
taşıması süreci bilimsel olarak budur! “Gökte bir bulut olsam/Yağmurları
taşısam” mısralarında şairin bulut olup yağmurları taşıması isteği bunu
anlatmaktadır. Savaşlar ülkelerin daha büyüme, siyasal, ekonomik talep
ve kaygılarından kaynaklanmaktadır. Zengin ülkeler savaşlarda gelişmekte
olan ülkelere veya geri kalmış ülkelere silah satarak ekonomik
gelişmeyi hedeflerler. Afrika da ve Asya da bazı ülkelerde yıllardır
devam eden savaşların altında bu gerçeklik yatmaktadır. Su temizlik
demektir. Yağmur suyunun yeryüzündeki mikropları öldürdüğünü biliyoruz.
Yağmur yağdığı zaman yeryüzünde bir rahatlama hissedilir! “Silah, savaş
diyeni;/Barış, deyip yıkasam!” mısralarında, hangi nedenden
kaynaklanırsa kaynaklansın savaş isteyen, savaş çıkaran ülkelerin
üzerindeki, beynindeki ya da bıraktıkları pislikleri, kiri yıkamak,
temizlemek düşüncesi vardır.
F-KENDİNİ AŞMA: Bir şairi ve
eserlerini yakından tanımadan, o’nun sanatsal kişiliği hakkında bilgi
sahibi olmadan, sadece kısa bir şiirine göre değerlendirebilmek oldukça
güçtür. Şairin diğer eserlerinde hangi duygu ve düşünce çerçevesinde
kendini aşmaya çalıştığını bilmek, incelemek gerekir.
Bu eksikliğimize rağmen kendimizi zorluyoruz.
Şiirde bir özlem vardır. Kelebek, kuş, güneş ve yağmur tasvirlerinde bu özlem başarıya ulaşmıştır. “Ah! Bir kelebek olsam” mısrasıyla tasvir etmeye çalıştığı mutluluk arayışı, “Ah! Göklerde kuş olsam” mısrasıyla özgürce uçarak özgürlüğü ve barışı arayışı, “Her ülkeye ulaşan/Gökteki güneş olsam/Savaş olan yerlere/Perdemi hiç açmasam!” mısralarıyla savaş karşıtı düşünceleri, “Gökte bir bulut olsam/Yağmurları taşısam/Silah, savaş diyeni;/Barış, deyip yıkasam!”
mısralarında savaş isteyenlerin beynindeki düşünceleri temizlemek, yok
etmek isteğinde başarılı olduğunu görmek mümkündür. Şair, savaş karşıtı,
barış özlemi ve düşünceleri ile derin anlam içeren tasvirlerle kendini
aşmıştır.
Şairin, çağdaş duygu ve düşünce içinde kendini aşma çabası ve fikri içinde olduğunu görüyoruz.
G-ANLATIŞ TARZI: Barış Deyip Yıkasam şiiri Türk Halk Edebiyatı 4’lük nazım birimiyle 7’li hece kalıbına göre yazılmıştır.
Birinci kıta a-a-b-a, ikinci kıta c-c-d-c, üçüncü kıta e-f-g-f ve dördüncü kıta h-h-ı-h
şeklinde düz kafiye örgüsü ile yapılandığını görüyoruz. Ancak Üçüncü
kıta da e-f-g-f şeklinde kafiye örgüsü kullanılması çapraz kafiyeyi
bozmaktadır.
Birinci kıta da olsam, konsam, konaklasam kelimelerinde m sesleri redif, sa sesleri tam kafiyedir.
İkinci kıta da olsam, yarışsam ve atsam kelimelerinde m sesleri redif, sa sesleri tam kafiyedir. Üçüncü mısrada sınırlarda ve dördüncü mısrada atsam kelimesinden önce gelen kahkah/a kelimesinde son a sesi yarım kafiyedir.
Üçüncü kıtanın ikinci mısrasında olsam ve dördüncü mısrasında açmasam kelimelerinde m sesleri redif, sa sesleri tam kafiyedir.
Dördüncü kıta da olsam, taşısam, yıkasam kelimelerinde m sesleri redif, sa sesleri tam kafiyedir.
Şiirde sık sık yinelenen l-k-d-s-ş-m-i-r sesleri ile iç sesleri oluşturan a-e-i-u
seslerinin şiirde ahenk ve ritimi daha güçlü yapılandırdığı görülüyor.
Yinelenen bu sesler şiire ahenk vermiş, musiki havası vererek, anlamı
kuvvetlendirmiştir.
Birinci kıtada olsam, konsam, konaklasam, ikinci kıtada olsam, yarışsam, atsam, üçüncü kıtada olsam, açmasam, dördüncü kıtada olsam, taşısam, yıkasam
kelimeleri sık sık yinelenen aliterasyon ve asonanstan meydana gelmiş
olup, bu tekrarlar şiire dil, anlam, biçim, ahenk ve ritim olarak bir
zenginlik katmış, şiire musiki havası vermiştir.
Şiirde kurgu, duygu ve düşüncelerin
ifade ediliş tarzı, seçilecek kelimeleri bulmak ve yerinde kullanmak
kolay değildir. Deyim yerinde ise, kelimelerle top gibi oynamak gerekir!
Şairin incelediğimiz şiirinde bunu başardığını görüyoruz.
Herkesin anlayabileceği duru bir Türkçe kullanması,
kelimelerle adeta top gibi oynadığını, böylece anlatmak istediği duygu
ve düşünce kalıbına zemin hazırlayarak hiç zorlanmadan ustaca dile
getirdiğini görüyoruz.
Şiiri okurken zevk aldığınızı hissedeceksiniz. Bu zevki veren unsurlar, şiirdeki sadelik, ahenk ve duygu yoğunluğudur.
Şiirin, teknik unsurlarını meydana getiren
özellikleri bilerek ve anlayarak okunması halinde daha bir zevk
alınacağı muhakkaktır.
Barış Deyip Yıkasam şiirinde musiki havası vardır. Şiirde konu anlatımı ve kurgusu başarılıdır.
Şair, noktalama işaretlerine çok az başvurmuştur.
Şiirin genel yapısı itibariyle noktalama işaretlerine ihtiyaç duyulmamış
olması veya az kullanılmış olması şairin duygu ve düşüncelerini ifade
ediş tarzındaki kuvveti ve gücü göstermektedir.
Şiirde anlatım ve kurgu zayıf gibi görünebilir. Ancak
şiirin tahlil kısmında açıklamaya çalıştığımız unsurlar dikkate
alındığında, şiirin hiçte zayıf olmadığını, aksine herkesin
anlayamayacağı gizli ve çok derin manalar ifade eden kuvvetli tasvirler
kullanıldığı anlaşılacaktır. Şiir, güçlü bir poetikanın ürünüdür.
Nitekim şiirde kullanılan aliterasyon, mısraların kendi içinde ve çapraz
ses uyumu, tekrarlanan kelime, ses ve kafiye ile bütünleştirilmiş
mısralar, şiirin ne kadar zengin, güçlü ve nasıl bir musiki havası
yansıttığı hakkında fikir verecektir.
Şiir ve Zihniyet: Tasavvufta mutlak sevgili ve dost Allah'tır.
Allah'ın dışında¬ki her şey geçicidir. Dünyadaki her şey Allah'a ulaşmak
için bir araç olarak görülür. Okuduğunuz şiirde geçen "Bana Seni Gerek
Seni" dizesi Allah'a kavuşma arzusunun ifa-desi olarak tekrar
edilmiştir. Şiirde gece - gündüz Allah aşkıyla yanıp tutuşan, dünya
malına değer vermeyen, Allah aşkını zenginlik ve fakirliğe tercih eden
bir dervişin düşünceleri dile getirilmiştir. Bu tasavvuf düşüncesidir.
Yunus Emre'nin bu şiirinde 13 ve 14. yüzyılda Türk edebiyatında etkisini
hissettiren tasavvuf düşüncesini, dolayısıyla ça¬ğının sanat, kültür ve
din anlayışının yansımalarını görmek mümkündür.
Şiirde Ahenk: Yunus Emre'nin bu şiirinde ahenk hece ölçüsü, ve yarım
uyakla sağlanmıştır. Verilen örnek şiirin büyük bir kısmı 4+4 duraklı
8'li hece ölçüsüyle yazılmıştır. Ayrıca dörtlüklerin sonunda tekrarlanan
"Bana seni gerek seni" dizesi şiire bir ritim katmıştır.
------------------beni
Bana seni gerek seni
-------------------gün
Bana seni gerek seni
* “n” yarım kafiye / “-i ve –ü” redif
--------------sevinirim
--------------yerinirim
----------------avurum
Bana seni gerek seni
* “-in” tam kafiye / “-irim” redif
---------------öldürür
---------------daldırır
---------------doldurur
Bana seni gerek seni
* “-l” yarım kafiye / “-dürür” redif
Şiirde koşma kafiye örgüsü kullanılmıştır: aaba, ccca, ddda...
Şiir Dili: Şiir dili, doğal dilden hareketle kurulan yeni bir dildir.
Daha çok sözcüklerin mecaz anlamı, ifadenin, söyleyişin coş-kusu,
çağrışım ve duygu değeri üzerinde durulur. Tasavvuf düşüncesini dile
getiren şiirlerin öğretici¬lik yanı da vardır. Yunus Emre bu düşünceyi
geniş halk kitlelerine konuşma diline yakın, sade bir Türkçeyle
ulaştırmayı başarabilmiştir.
Açıklık, yalınlık, derinlik, içtenlik ve heyecan, Yunus'un şiirinin
başlıca özelliklerindendir. Bu özellikleri şiirlerinde başarıyla
uygulayan Yunus Emre için "Tasavvufî halk şiirinin en lirik şairidir"
ifadesini kullanmak yanlış olmaz. Tasavvufun en karmaşık heyecanlarını
bile kolayca ve güzel bir Türkçe ile anlatışı, Yunus'un Türkçeyi
kullanmadaki başarısını gösterir. Bu yönüyle şiirleri sehl-i mümteniye
örnek gösterilebilir.
Sözcüklerin ve eklerin yazılışına baktığımızda 13. yüzyılın dil özelliklerini görü¬rüz: "yanaram, vergil, maksudum..."
Şiirde "aşk, âşık, tecelli, sufi" kavramlarına yer verilmesi tasavvuf düşüncesinin özelliğidir.
Okuduğunuz şiirde şiir dilini oluşturan söz sanatlarına da yer verilmiştir:
Tezat : dün ü gün (gece gündüz), varlık - yokluk
Teşbih (benzetme) : Aşk; ateş, zincir ve denize benzetilmiştir. Aşkın bu
kavramlara benzetilmesinin sebebi çileli ve zor bir yol olduğunu
göstermek içindir.
Telmih :Yusuf Peygamber ile aşk kahramanları Leyla ve Mecnun'un isimleri anılarak bu hikâyelere gönderme yapılmıştır.
Şiirde Yapı: Şiirde anlam ve ses kaynaşmasıyla oluşan birimlere beyit,
bent, dörtlük, şiir cümleleri denir. Bu birimler bir düzene bağlı olarak
tema etra¬fında toplanarak yapıyı ve nazım şeklini oluşturur.
Okuduğunuz şiir sekiz birimden oluşmuştur. Birim değeri ise dörtlüktür.
Dörtlük, halk edebiyatı nazım birimidir. Şiirde birimler "aşk" teması
etrafında bir araya gelerek "ilahi" nazım şeklini oluşturmuştur.
Şiirde Tema: Şiirin teması tasavvufun en belirgin özelliği olan "Allah aşkı"dır.
Gerçeklik ve Anlam: Şiirde soyut bir gerçeklik olan ilahi aşk
anlatılmıştır. Şiirsel gerçeğin ifade aracı imge ve sestir. Şair bunu
dile getirirken çeşitli ede¬bi sanatlarla somutlaştırma yoluna
gitmiştir. Şiiri okurken aşk derdiyle yanıp tutuşan bir Yunus Emre âdeta
bir tablo gibi gözümüzde canlanmaktadır.
Şiir ve Gelenek: Her kuşak kendi dönemini, zevk, anlayış, görgü, bilgi
birikimi, düşüncesi ve duyarlılığından yararlanarak bir gelenek
oluşturur. Geleneği sürdüren en önemli araçların başında edebi eser ve
dil gelir.
Bu şiir, 12. yüzyılda Ahmet Yesevi'yle başlayıp 13. yüzyılda en olgun
örneklerini veren tasavvuf anlayışı geleneğine göre ya-zılmıştır.
Metin ve Şair: ilâhî, dinî-tasavvufi edebiyatta; Allah'ın varlığı,
birliği, Allah sevgisi gibi konuları işleyen nazım türüdür. Yunus Emre,
şiirlerinde tasavvuf düşüncesini ve ilahi aşkı halkın kolayca
anlayabileceği bir dille yazmıştır. Bu şiirinde de şairin edebî görüşünü
yansıtan bir konuyu (ilahi aşkı) işlediğini görüyoruz. Eserlerinde
Arapça ve Farsça sözcüklere de yer vermiştir. Ancak bu sözcükler Türk
halkının diline girmiş, konuşulan, anlaşılan sözcüklerdir. Bu yönüyle
Yunus Emre'yi Eski Anadolu Türkçesi'nin kurucularından sayabiliriz.
Yunus Emre, o dönemde edebiyat dili olarak Türkçeyi, canlı biçimde
kullanmıştır. Türkçenin kültür ve edebiyat dili olarak gelişmesine büyük
hizmeti olmuştur.
Yunus, şiirlerinde hem ulusal ölçümüz heceyi hem de Araplardan
aldı¬ğımız aruzu kullanmıştır. Nazım birimi olarak hem beyit hem de
dörtlük kullanmıştır. Şiirlerini daha çok ilâhi, nutuk ya da nefes
türünde söyleyen Yunus Emre; hür düşünceli, anlama değer veren, Vahdet-i
Vücud inancını ve ilâhî aşkı anlatan bir mutasavvıf şairdir.
Vahdet-i Vücud inancına göre tek gerçek varlık Allah'tır. Ondan gayrı ne
varsa, yani bütün evren O'nun yansımasıdır. Allah bilinmeyi dilemiş,
kâi¬natı yaratmıştır.
İLAHİ HAKKINDA KISA BİLGİ
• Dinî - Tasavvufi Türk şiirinde Allah'ı öven manzumelerdir. Dinî yönü
ağır basar. Divan şiirinde "tevhid ve münacaat" ne ise tekke
edebiyatında ilahi odur, denebilir.
• Tarikatlara göre çeşitli adlar alın Mevleviler'de "ayin", Bektaşîlerde
"nefes", Gülşenilerde tabuğ, Halvetilerde "durak" Alevilerde "deme"
gibi.
• İlâhiler yapı olarak Türk halk edebiyatı nazım biçimlerinden "koşma" biçiminde düzenlenir.
• Hece ölçüsünün genellikle 8'li kalıbıyla, "aaab, cccb, dddb" uyak düzeninde ifade edilir.
• Tekkelerde düzenlenen dinsel törenlerde kendi¬lerine özgü ezgilerle söylenir.
0 Yorum -
Yorum Yaz
Yazan: Prof. Dr. Nurullah ÇETİN
SANAT
Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,
Bizim diyârımız da binbir baharı saklar!
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek,
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar.
Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da
Gezersin kırk asırlık bir mabedin içini.
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda,
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini…
Sen raksına dalarken için titrer derinden
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin;
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.
Fırtınayı andıran orkestra sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en hazin bir musikî yerine!
Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun
Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini;
Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun
Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini...
Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz.
( Hayat, 30 Kânunuevvel (Aralık) 1926, S.5, s.88.)
I. İÇERİK
1. Konu: Sanat ve Anadolu. Bu metin, şairin kendi sanat anlayışını
ortaya koyan manzum bir poetikasıdır. "Sanat" şiirinde asıl olarak
memleket edebiyatının temel felsefî yaklaşımı ortaya konur. Şair,
kozmopolit, batıcı, kültürel anlamda millî benliğini kaybetmiş olanlara
karşı Anadolu kaynaklı Türk-İslâm kültürünü, sanatını ve dünya görüşünü
öne çıkarır.
Faruk Nafiz, 1922 yılında İleri gazetesinin temsilcisi olarak Ankara’ya
gelmiş, aynı yıl Kayseri Lisesine edebiyat öğretmeni olarak gitmiştir.
Böylece Anadolu’yu yakından tanıma imkânı bularak memleket edebiyatı
doğrultusunda ürünlerini yoğunlaştırmıştır. Memleket edebiyatı yapma
ideali doğrultusunda “Han Duvarları”, “Kızıl Saçlar”, “Çoban Çeşmesi”,
“Sanat”, “Yolcu ile Arabacı”, “Çankaya”, “Kız Hüseyin’i Vurdular”,
“Memleket Türküleri”, “Dağlar”, “Ayşe Sana”, “Ali”, “Allaha Ismarladık”,
“Bugün Yoldan Geçenler” gibi şiirler yazmıştır.
“Sanat” şiiri, onun ülkemizde yaygınlaşmasını arzu ettiği memleket
edebiyatı anlayışının felsefesini ve belli başlı ilkelerini ortaya
koyar. Bu şiirde birbirine zıt iki sanat anlayışı karşılaştırılır:
Kozmopolit ve egzotik sanat anlayışı ile yerli ve millî sanat anlayışı.
2. İzlek: Türk sanatçısı, şairi ve yazarı, asıl beslenme kaynağı olarak
yabancı kaynakları değil; millî ve yerli kaynakları, Anadolu’yu
almalıdır. Sanat sadece Batıda üretilmez; Anadolu’muz da sanat ve kültür
bakımından oldukça zengindir ve bakir bir alandır. Türk toplumu, kendi
doğal yapısından kaynaklanan yerli ve millî sanatından zevk alır. Batı
kültür ve sanatı, bizim kültürel kodlarımıza ters gelir ve bizim estetik
ihtiyaçlarımıza cevap vermez. Türk sanatçısı, Türk toplumuna batı
kültür ve sanatının kötü kopyalarını aktarmak yerine henüz işlenmemiş
Anadolu kaynağını işleyerek özgün ve kendimize özgü bir sanat
üretmelidir.
3. Düşünce: Şiir, esasta duyguya değil; düşünceye yaslanmaktadır. Şiirde başlıca iki temel düşünsel eğilim görülüyor.
a. İdeolojik Düşünce: Şiir, içerdiği düşünce unsuru bakımından esas
itibariyle ideolojik bir şiirdir. Şiirde birbirine zıt iki ayrı sanatçı
ve insan tipi karşılaştırılıyor. “Sen”, kozmopolit, batıcı sanat,
düşünce ve yaşam biçimini benimseyenleri temsil ediyor. Bunlar, şiirde
genel ve belirsiz bir üslûpla verilmekle birlikte Servet-i Fünun, Fecr-i
Ati gibi akımlara mensup olanlarla II. Meşrutiyet sonrası ve
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Batı sanat ve edebiyatına bağlanmış, oradan
beslenen ve onu taklit eden, yerli ve millî değerlerini hor gören,
sömürge ruhlu, tam anlamıyla batı teslimiyetçisi, kendine düşman,
ötekine hayran ve yerli oryantalist kimlik ve kişilikli sanatçılar ve
kişiler olduğu anlaşılıyor. Özellikle Sembolistlere yani Baudelaire,
Mallarme ve Verlaine’e yaslanan ve bunlardan beslenen edebiyatçılara bir
tepki vardır.
“Biz” ise kendine özgüveni tam, tarihî kültürel zenginliklerinin
farkında olan, Türk-İslâm düşüncesi ve yaşama biçimine sahip olmaktan
utanmayan; tam tersine büyük bir övünç ve gurur duyan Türk milletini
temsil ediyor. Şair, mukayeseler ve karşıtlıklar bağlamında Türk-İslâm
düşüncesini savunuyor.
b. Doğacıl Düşünce: Şiirde doğacıl düşünce de geriden geriye kendini
hissettirir. Batı, coğrafyasıyla, kentleriyle, toplumsal, sanatsal ve
kültürel yapısıyla maddî uygarlığı, bayındırlığı, teknik medeniyeti
temsil ederken Anadolu, işlenmemiş bakir yapısıyla, el değmemiş
coğrafyasıyla, toprağıyla, köyüyle, insanıyla, kültür ve yaşama
biçimiyle tabiî olanı temsil etmektedir. Medenî-tabiî karşıtlığı
bağlamındaki doğacıl düşünceyi bu şekilde görebiliyoruz. Ona göre
tabiatın hür bir çocuğu olan Anadolu insanı kentin ölçülü biçili, binbir
kurala tabi batılı yaşama biçimine uyamaz. Batıcı kent insanı, tarihî
yapılarda Türk-İslâm kültürü öncesi eski Anadolu uygarlıklarının
izlerini ararken; Anadolu insanı, İslâmî (sülüs yazı) ve millî (yeşil
çini) kültür ve sanat değerleriyle tatmin olur. Batılı tip baleden,
orkestradan, Anadolu insanı ise zeybek oyunundan zevk alır ve musikî
yerine ıstırap çekenlerin acıklı nefeslerini yani türküleri, ağıtları
dinler.
Bu bağlamda “düz cadde”, “çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebek”,
“Fırtınayı andıran orkestra sesleri”, ”bir kadın heykeli”, Batı ve
batılı olanı; “dağda gezen ayaklar”, “toprağa diz vuran dağ gibi bir
zeybek”, ”ıstırap çekenlerin acıklı nefesleri”, ”bir köylünün
kıvrılmayan beli” de tabiî Anadolu’yu temsil eder. Şair, bu iki unsur
arasındaki karşıtlığı doğacıl (pastoral) bir yaklaşımla ele alıyor.
4. Olay: Şiir, manzum hikâye değil, saf bir şiirdir. Dolayısıyla
bütünlüklü bir olay yok, sadece yüzey yapıda yer alan bazı olay
parçaları var. Olaylar, birbirine zıt iki ayrı tipin yaşantılarından
sağaltılmış kopuk parçalar hâlindedir. Bunları da özetle şöyle
toparlayıp verebiliriz:
Batıcı kozmopolit tip, Batı dünyasında, kültür ve sanat ortamında gezer,
sanatın ve kültürün sadece oralarda olduğunu zanneder. Türk toplumunu
da Batı doğrultusunda yönlendirmeye çalışır. Bu tip, yerli oryantalist
bir turist olarak 1071 yılından yani Anadolu’nun Türk-İslâm sürecine
girişinden önceki dönemlerde ortaya konan tarihî, dinî yapıları ve diğer
mimarî eserleri ya da Ayasofya gibi camiye çevrilmiş yapıları gezip
dolaşırken önceleri üzeri sıvanmış, örtülmüş ama daha sonra kazınarak
ortaya çıkarılan mozaik gibi eski kültürel, sanatsal ve estetik
unsurlara ilgi duyar. Kapalı, süslü, şatafatlı, zarif hanımların, şık
beylerin bulunduğu mekânlardaki bale gösterileri, orkestra müziği gibi
aristokrat nitelikli yüksek Batı sosyetesine özgü sanat faaliyetlerinden
zevk alır. Batılı, şehirlere gidip oralardaki kadın heykellerinden
heyecanlanır.
Yerli-millî tip ise Anadolu’nun da zengin bir kültür ve sanat birikimine
sahip olduğunu görür. Anadolu insanının da kendi doğal yapısı içinde,
kendi ortamında uyumlu ve mutlu bir duygu, düşünce ve yaşama biçimi
dünyasına sahip olduğunu, onu “uygar Batı”yla tatmin etmenin mümkün
olmadığını görür. Bu tip de mimarî eserlerdeki, camilerdeki Türk-İslâm
motiflerinden heyecan duyar. Gösteri sanatlarından biri olan açık
alanda, meydanda sergilenen tarihî ve millî çağrışım alanı zengin olan
zeybek oyunundan ve milletimizin gerçek yaşantı ve sorunlarından
kaynaklanan türkü, ağıt gibi halk müziğinden, salına salına çeşmeye su
almaya giden ya da bağda bahçede çalışan köylü güzelini izlemekten zevk
alır.
5. Varlık: Şiirde “bahçe”, “çiçek”, ”bizim diyârımız”, “bahar”, “düz
cadde”, “dağda gezen ayaklar”, ”kubbe”, “ince bir mozaik”, “mabet”,
”sülüs yazı”, “duvar”, ”yeşil çini”, ”Çiçekli bir sahne”, “bir beyaz
kelebek”, ”Toprak”, “dağ gibi bir zeybek”, ”kadın heykeli”, ”köylünün
kıvrılmayan beli”, ”Anadolu” gibi daha çok sanat alanıyla ilgili somut
varlıklara yer veriliyor. Bunun yanında Anadolu’ya, kente, batıya özgü
varlıklar da yer alıyor. Bütün bunlarda şairin varlığa yaklaşım biçimi
sezgici / idealisttir. Şair, düşünceden varlığa gitme tutumunu
benimsemiştir. Bu nesneler, şairin düşüncelerini somutlaştırmaya
yarıyor. Yani kendi bağlamlarında ve temel anlam alanlarında değil,
çağrışımları bağlamında değerlendiriliyor.
6. Duygu: Şiirde duygusal boyut pek fark edilmiyor. Metin, bir düşünce
şiiridir. Eleştiri ve tekliflere dayalı düşünceler, duyguya
dönüştürülmeden olduğu gibi verilmiş. Ancak memleket edebiyatı çığırının
gelişeceği, ilerde millî sanat ve edebiyatın serpileceği inancına
dayalı bir ümit, bir daüssıla, vatan, memleket özlemi duygusunu da
sezinleyebiliyoruz.
7. Görüntü: a. Nesnel Görüntü: Şiirin ön planında nesnel görüntü
sunulurken arka planında bu görüntünün simgesel ve imgesel karşılığı
yansıtılıyor. Yani şiir, somut bir görüntünün tasviri değil, soyut imge
yapısının sunumunu esas alıyor. Meselâ ilk dörtlükte birilerinin çiçekli
bir bahçede gezinmesi, bizim diyarımızın binbir baharı saklaması,
birilerinin bizi kolumuzdan tutup çekmesi, dağda gezen ayakların düz
caddede incinmesi gibi görüntüler ön planda nesnel görüntüdür ama arka
planda bunların imgesel görüntüleri vardır. Yani bahçede açan çiçek
bildiğimiz çiçek değil, imgesel olarak sanat ve kültürdür. O bakımdan
şiire soyut görüntü hâkimdir.
b. Soyut Görüntü: Şiirde soyut görüntüyü simgeler üzerine kurulu imgesel
yapı oluşturuyor. Şair imgeleri karşıtlık unsuru üzerine kurmuştur. Bu
imgesel yapıyı çözelim.
* Sanat üretiminin batıya özgü olmadığı düşüncesi: “Yalnız senin
gezdiğin bahçede açmaz çiçek, / Bizim diyârımız da binbir baharı
saklar!” Burada “senin gezdiğin bahçe”, Batı dünyasıdır. “çiçeğin
açması” ise değişik türde sanat üretimidir. “Bizim diyarınız” Anadolu,
“binbir bahar” ise Anadolu Türkünün uzun tarihi boyunca üretmiş olduğu
masal, hikâye, türkü, mani, atasözü gibi çok zengin sanat ve kültür
birikimidir.
* Sanatın her milletin kendi şartlarının ürünü olduğu düşüncesi:
“Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek, / İncinir düz caddede dağda
gezen ayaklar.” Batılı kozmopolit aydın, Türk milletini yerli ve millî
kökenleri olmayan; tamamen başka bir toplumun, başka bir sosyal yapının,
farklı bir dünyanın duyma, düşünme, inanma ve yaşama biçimine uygun bir
sanat, edebiyat ve kültür ortamına ve havasına çekmeye, zorlama biçimde
batılılaşma sürecine sokmaya çalışmaktadır. Buna karşın şair, bizim
millî yapımızın, kültürümüzün, yaşama, duyma, düşünme biçimimizin
farklılığına vurgu yaparak bu tutumun gereksizliği üzerinde durmaktadır.
“düz cadde”, ölçülü biçili, insan eli tarafından şekillendirilmiş,
suni, mekanik özelliklere sahip batılı yaşama tarzı, batılı anlayış ve
değerlerdir. Anadolu insanı ise “dağda gezen ayaklar”dır. Bu, hem
teknolojik anlamda henüz gelişmemişliği hem de doğal ve fıtrî yaşama
biçimini ifade eder. Şiirin yazıldığı dönemde Türk milleti olarak henüz
teknolojik anlamda uygarlaşmış, gelişmiş, mamur bir ülke değildik.
Düzenlenmemiş, şekil verilmemiş bir tabiat ortamında yaşıyorduk.
Dolayısıyla modern batının uygar kent insanı yani aristokrat ve burjuva
toplumu için üretmiş olduğu sanat ve kültür, o zaman bizim için gereksiz
ve anlamsız bir şeydi. Karnını doyurma derdinde olan insana
Baudelaire’yen acıların karşılığı olan sembolist şiirin söyleyeceği bir
şey yoktu. Bu bakımdan şair, bize lâzım olan sanatın batılı sanat değil;
yerli ve millî nitelikli, bizim temel ve doğal ihtiyaçlarımıza cevap
verecek olan sanat olduğunu vurgular. Batı, kendi tarihsel gelişimine
uygun olarak kendi doğal yapısı içinde kendi sanatını üretir. O sanat, o
topluma hitap eder. Bizim toplumsal, ekonomik, kültürel şartlarımız
farklıdır, biz de kendi şartlarımıza ve yapımıza uygun yerli ve millî
sanat üretiriz. Bu konuda sosyal yapıya uymayan zorlama sanat ithalinin
anlamsızlığı vurgulanmaktadır.
* Her milletin ürettiği sanatın kendisi için anlamlı olduğu düşüncesi.
“Sen kubbesinde ince bir mozaik arar da / Gezersin kırk asırlık bir
mabedin içini. / Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda, / Bize
heyecan verir bir parça yeşil çini…” Batılı ya da batı taklitçisi,
Anadolu’da Türk-İslâm varlığından önceki dönemlerden kalma Hıristiyan
mabetlerinin ve değişik sanat eserlerinin estetik ve sanatsal
incelikleri ve değerleriyle ilgilenir. Meselâ Ayasofya’yı gezerken onun
kiliseden kalma mozaiklerine ilgi duyar. Buradaki “kırk asırlık” ifadesi
kesretten kinayedir. Gerçek zaman anlayışını yansıtmak yani gerçek
anlamda kırk asır önce yapıldığını ima etmek için değil, çok zaman
evvelki zamanlarda yapıldığını vurgulamak için kullanılan çokluk
zamandan kinaye bir ifadedir. Müslüman Türkün ürettiği sanat eserlerine
bakmaz. “Biz” yani Müslüman Türk milleti ise dedelerimizin ürettiği
sanat varlıklarından heyecan duyarız. Burada iki temel unsur özellikle
vurgulanıyor. “sülüs yazı” ve “yeşil çini”. Sülüs yazı hat sanatının bir
simgesidir. Hat sanatı ise öncelikle İslâm sanatıdır. Daha çok İslâm’ı,
İslâmî değerleri temsil eder. Yani dinî niteliği ağır basar. “yeşil
çini” ise daha çok Türk sanatıdır. Yani millî niteliği ağır basar. Şair,
dinî ve millî değerleri temsil etmek üzere seçtiği bu iki unsurla
Türk-İslâm düşüncesini ve kültür anlayışını ön plana çıkarıyor.
* Gösteri sanatlarındaki fark: “Sen raksına dalarken için titrer
derinden / Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin; / Bizim de kalbimizi
kımıldatır yerinden / Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.”.
Burada şair, batı ve Türk toplumları arasında var olan gösteri
sanatlarındaki farka yer veriyor. “çiçekli bir sahnedeki beyaz kelebek”,
düzenlenmiş, kapalı bir sahne mekânında raks eden balerin ve balettir.
Batı ürünü olan bale sanatı, belli hafif figürlere, adım atışlara,
çoğunlukla sahne düzenine ve müziğe dayalı gösteri türüdür. Yine bu da
aristokrat bir sanattır. Teknolojik medeniyette ilerlemiş kentli burjuva
toplumunun izlediği ve zevk aldığı bir sanat türüdür. “Biz” ise bundan
değil, dağ gibi bir zeybeğin toprağa diz vuruşundan heyecan duyarız.
Zeybek, Ege yöresine özgü bir müzik veya oyun türüdür. Aynı zamanda Batı
Anadolu efesine verilen bir isimdir. Burada ayrıca bir başka temel
farka yer veriliyor. O da şudur: Zeybek, aynı zamanda Millî Mücadelemizi
temsil eden figürlerden biridir. Ülkemizi işgal eden ve bizi esir etmek
isteyen emperyalist batılı işgal güçlerine karşı şanlı direnişi
gerçekleştiren kuvvetlerimizin bir kısmı zeybektir. Zeybek oyunu bu
bağlamda yiğitliği, cesareti, kararlılığı, direnişi çağrıştırır. Biz
ülkemizi düşman işgalinden kurtaran yani o dönem için güncel temel bir
ihtiyacımıza cevap veren bir faaliyetten ve bu faaliyetin
çağrışımlarından heyecan duyarken millî davaya, millî meselelere karşı
duyarsız kimseler, emperyalistlerle aynı safta yer almayı, onların
zevkini paylaşmayı marifet bilirler.
* Temel ihtiyaçlarla boğuşan millete karşı duyarsızlık: “Fırtınayı
andıran orkestra sesleri / Bir ürperiş getirir senin sinirlerine, /
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri / Bizde geçer en hazin bir musikî
yerine!” Anadolu Türkü Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Millî
Mücadele gibi uzun süren ve her şeyi tüketen, bitiren savaşlardan bitkin
bir hâlde çıkmış. Elinde avucunda bir şey kalmamış. Ülkesi yerle bir
olmuş. Hayatını sürdürecek en temel ihtiyaçlarını giderme konusunda
sıkıntılarla mücadele hâlindedir. Günlük olarak karnını doyurma derdine
düşmüştür. Bu ortamda Batının burjuva sanatlarından biri olan orkestra
yani yaylı, üflemeli ve vurmalı çalgılar topluluğundan zevk almak, aç
insanlar karşısında vur patlasın çal oynasın kayıtsızlığı içinde
eğlenmektir. Millî sanat, sömürgeci zalimleri eğlendirmek için değil,
milletin temel ve öncelikli ihtiyaçlarına karşılık olabilecek şekilde
üretilmelidir. Burada ayrıca Batı sanatıyla Türk sanatı arasındaki bir
farka yer veriliyor. Batı kaynaklı orkestra, topluca Türk-İslâm
dünyasına kılıçlı, zırhlı, gürzlü, şakırtılı, velveleli büyük
gürültülerle saldıran haçlı sürülerini çağrıştıran bir simge gibi
alınmış. Istırap çekenlerin acıklı nefesleri ise tarih boyunca bu
saldırılara karşı koyan milletimizin maruz kaldığı açlık, kıtlık,
sakatlık, ölüm, perişanlık gibi durumları ifade eden yanık
türkülerimizin, ağıtlarımızın bir karşılığıdır. Batı saldırganlığın
uğultusunu, biz ise savunmanın iniltisini sanata dönüştürmüşüz.
* Cansız, sunî, donuk, ruhsuz sanata karşı doğal olanın önceliği: “Sen
anlayan bir gözle süzersin uzun uzun / Yabancı bir şehirde bir kadın
heykelini; / Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun / Görünce bir
köylünün kıvrılmayan belini...” Heykel sanatı yine ağırlıklı olarak batı
kaynaklıdır. Batı, soyut, manevî, ruhî, insanî değerleri ve özellikleri
somut madde içinde dondurma anlayışına dayalı bir heykel ya da put
sanatına önem vermiştir. Kadında üstün bir yaratılış değeri olan
güzellik gibi soyut özelliği mermerden bir yapı içinde dondurmayı ve ona
bakarak kadın güzelliği duygusunu tatmin etmeyi tercih eder. “Biz” ise
kadın güzelliğini kadının kendi doğal yapısı içinde, canlı kanlı
vücudunda, doğal hareketleri ve faaliyetleri içinde görmeyi ve
hissetmeyi, bundan zevk almayı tercih ederiz. Bu dörtlükte hem bu farka
temas ediliyor hem de kentli burjuva kadını ile köylü Anadolu kadını
arsındaki farka yer veriliyor. Türk halk edebiyatında çokça sözü edilen
çeşmeye suya giden ya da bağda bahçede çalışan “köylü güzeli” tipi,
bizim ideal sevgili ve kadın tipimizdir. Ayrıca bir köylünün kıvrılmayan
beli, Anadolu Türk kadınının şahsiyetli, onurlu duruşunu, saygınlığını,
yüksek konumunu ve değerini de ifade ediyor. Bu kadın tipinde Millî
Mücadelenin kahraman kadın tipini de görebiliyoruz.
* Millî sanatın kaynağının Anadolu oluşu: “Başka sanat bilmeyiz,
karşımızda dururken / Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz. / Arkadaş,
biz bu yolda türküler tuttururken / Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor
yolumuz.” Burada şair, kendi dönemi içinde Türk şairine sanatın
kaynağını ve malzemesini gösteriyor. Batıdan alınma, kuru bir taklide ve
iktibasa dayalı havada kalan soyut ve bizimle ilgisi olmayan batı
sanatı yerine biz kendi sanatımızı, kendimiz kurmamız gerekiyor.
Anadolumuz millî sanat üretimi için bakir bir alandır. Hem tabiî
güzellikleri hem insanlarının kültür zenginlikleri, gönül dünyalarının
renkliliği, insanî, medenî kimlik ve kişilikleri sanat ve edebiyat için
yararlanılacak zengin ve önemli bir kaynaktır.
-Hayalî Kişilik: Şiirde somut kişiliklere değil; “sen”, “biz”, “dağda
gezen ayaklar”, “bir beyaz kelebek”, “zeybek”, “ıstırap çekenler”,
“kadın heykeli”, “beli kıvrılmayan köylü” gibi kim oldukları, adları
sanları somut olarak belli olmayan hayalî kişiliklere yer verilmiştir.
Şair, iki ayrı toplumsal kesiti vermek istediği için ister istemez
genellemeye gitmiştir.
8. Anlam: a. Anlam Çoğaltma Yöntemleri: Şair, özellikle bazı edebî
sanatlardan yararlanarak anlam çoğaltma yöntemlerine baş vurmuştur.
Bunların bazılarını örneklendirerek görelim:
-Kinaye: “Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken” mısraında “türkü”
kelimesinin mecazlı anlamına, deyim anlamına asıl anlamından daha baskın
şekilde yer verilmiştir. Asıl anlamında türkü söylemek yani onun
temsilciliğinde sanat yapmak anlamı da kastedilebilir ama asıl olarak
belirlenen hedef ve seçilen yol doğrultusunda gitme anlamı ön plandadır.
-İstiare: “Bahçe”, “çiçek”, “bizim diyarımız”, “binbir bahar”, “düz cadde”, “beyaz kelebek”
-Mecaz-ı Mürsel: “sen”, batıcı kozmopolit sanatçıyı, “biz” yerli ve
millî değerlere bağlı sanatçıyı, “dağda gezen ayaklar” Türk milletini,
“kubbe”, mimarî eserler toplamını, “mozaik”, Türk-İslâm öncesi Anadolu
sanat birikimini, “sülüs yazı”, “yeşil çini”, Türk-İslâm sanatını,
“zeybek”, Türk folklorunu, “orkestra” Batı müziğini, “köylü”, Türk köylü
güzellerini temsil eden parçalardır. Şair bu parçaları zikrederek
bunların dahil olduğu bütünü kastetmiştir.
-Tevriye: “Istırap çekenlerin acıklı nefesleri” mısraında yakın anlam,
açlıktan, hastalıktan, savaştan, zulüm ve kötülükten ağlayıp inleyen
kişilerin olumsuz hâlleridir. Uzak anlamı ise bu durumların ifadesi olan
ağıtlar, türkülerdir. Burada yakın anlam söylenip uzak anlam
kastedilmiştir.
II. ŞEKİL
Nazım Şekli: Şiir, dörtlüklerden kuruludur. Bu, biraz da Divan şiirinin
beyit sistemine bir tepkidir. Dörtlüklerin 1. ve 3. mısralarıyla 2. ve
4. mısraları kendi aralarında kafiyeli olduğundan çapraz kafiyeli nazım
şeklidir.
III. DİL VE ÜSLÛP
a. Dil: Faruk Nafiz, Millî Edebiyat akımının temel ilkelerinden biri
olan Türkçeyi sadeleştirme anlayışına bağlı kalarak yalın bir konuşma
Türkçesine yer vermiştir. Türkçeyi kurallarına uygun olarak kullanmış
olup dil sapmalarına yer vermemiştir.
b. Üslûp: Şiirde belirgin biçimde tasvirî ve tahlilî üslûp görülüyor.
Şair, iki ayrı tipin yapıp ettiklerini, duygu ve düşüncelerini hem
tasvir ediyor hem de tahlil. Meselâ kozmopolit tipin bir taraftan bale
gösterisini seyredişi tasvir edilirken diğer yandan içinin titremesi
yani o andaki duygusal hâli tahlil edilmektedir. Şiir, hemen hemen bu
tarz tasvir ve tahliller üzerine kurulmuştur.
Ayrıca muhatapla konuşma ve sorgulama üslûbu var. Bu bağlamda şiirde iki
figür bulunuyor: “Biz” ve “sen”. Biz, Büyük Türk milletinin ana
gövdesini, çokluğu kalabalığı karşılayan bir zamir, “sen” ise azlığı
temsil eden kozmopolit kesimi temsil eder. Burada “Biz” “sen”le adeta
hesaplaşmakta ve onu sorgulamaktadır.
IV. AHENK
1. Ses Tekrarları: Şair, ahengi daha çok kafiye, redif ve hece vezniyle
sağlama yoluna gidiyor. Kafiye konusunda oldukça başarılı. Kafiye
çeşitleri şöyle:
-Tam kafiye: “sesleri-nefesleri”, “sinirlerine-yerine”, “heykelini-belini”, “dururken-tuttururken”,
-Zengin kafiye: “arar da - duvarda”, “saklar - ayaklar”, “derinden - yerinden”, “kelebeğin - zeybeğin”, “Anadolumuz - yolumuz”
-Tunç kafiye: “çiçek - çek”, “içini - çini”, “uzun - ruhumuzun”
-Redif: “sesleri - nefesleri”, “sinirlerine - yerine”, “heykelini -
belini”, “dururken - tuttururken”, “derinden - yerinden”, “kelebeğin -
zeybeğin”, “Anadolumuz - yolumuz”
2. Kelime tekrarları: İkilemeler: “uzun uzun”
Mısra başı kelime tekrarı: Şair, şiirin üzerine kurulduğu karşıtlığı
vurgulamak ve bu yolla ahenk sağlamak için mısra başlarında “Biz”
kelimesini 6 kez, “Sen” kelimesini de 3 kez tekrarlamıştır.
3. Ses dalgalanması: Vezin: Millî edebiyat akımı ve memleket edebiyatı
hareketine bağlı kalarak şair, şiirinde Türklerin millî vezni olan
heceyi bilinçli bir tercih sonucu benimsemiştir. Hece vezninin 7+7=14’lü
kalıbını kullanmıştır. Faruk Nafiz, bu vezni yüksek düzeyde bir
terennüm aletine dönüştürebilmiştir.
|
|
|
0 Yorum -
Yorum Yaz
Çelebi ÖZTÜRK - Sergül VURAL'ın "Süveyda" isimli şiirinin tahlili
( Sayı: 14 ) Ağustos 2009
14 Ağustos 2009 14:51
SERGÜL VURAL : 1964 de Kayseri’de doğdu. İlköğrenimini Bilecik’te, liseyi Erzincan’da bitirdi.
1995 yılında Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi lisans
bölümünden mezun oldu. 1997 yılında özel bir araştırma şirketinin
Kayseri temsilciliğini yürütmeye başladı. Anadolu İlim ve Edebiyat
Eserleri Sahipleri Meslek Birliği (ANASAM) yönetim kurulunda iki dönem
görev aldı. Şair, Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olup; evli ve iki çocuk
annesidir.
Kendine özgü bir yeteneğe sahip olan Sergül Vural; şiiri, hayatın
kendisi olarak kabul eder. Olgun ve derin bir duygu yoğunluğuyla yeni
anlatım biçimleri arayarak, farklı yorumlara uygun gerçeklikte şiirler
yazar. Temaları genellikle şahsi duyarlılıkların ürünüdür. Üretme
gücünün kullanılması yoluyla zengin çağrışımlı kelimeler seçer.
Şiirleri çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı. (Kaynak: ANASAM
şair ve yazarlar sözlüğü, geçit yayınları KAYSERİ, Nurkal Kumsuz, TEMMUZ
2003)
ESERLERİ: Naz Çiçeğim (2002, şiir), Bir Günde Dört Mevsim (2006, şiir),
İncesu'dan Sesleniş (2006) adında bir antoloji kitabı bulunmaktadır
11 ve
14 hece veznine göre şiirler yazan şairin şiirlerinde sade ve anlaşılır
bir dil kullandığı, anlatımının akıcı olduğu gözlenmektedir. Aruz
vezninde şiirler de yazan şairin şiirlerinde görülen temel fikir, beşeri
ve ilahi aşk, anne, hasret, ayrılık, özlem, tarih, manevi değerleri
övmedir. Şairin duygu ve düşüncelerini anlatmak için süslü kelimeleri
çok sık kullanmaz. Arapça ve Farsça kelimeler kullandığı görülmektedir.
Taşlama türü şiiri de vardır. Şiirlerinde görülen şiir dili güçlü ve
zengindir. Şiirde biçim, anlatım, kurgu okuyucuyu sürükleyecek
özellikler taşır.
SÜVEYDA
Kalbimdeki basiret ve olgunluk beneğim,
Ne olursun tut beni tut belimden süveyda.
Sen gözümün bebeği, sen ki sevda meleğim,
Dehlizlere düşmeden tut elimden süveyda.
Şu kararan kalbimin kardan beyaz noktası,
Kim demiş kara diye sen ki sevda ustası?
Sana kara diyenin mürekkebi, hokkası,
Dökülmesin üstüme tut kolumdan süveyda.
Mehtabın yansıması, kara değil ak yüzlüm,
Nasıl ısıttın nasıl, güneşe hasret özlüm?
Yakıyorsun gönlümü kömürden kara gözlüm,
Sönmesin bu yangınım tut selimden süveyda.
Gönül payitahtıma vekil kıldım seni ben,
İster yaşat sevdanla, öldür beni istersen,
Yeter ki hiç dokunma ateş oluyor bu ten,
Yüzüyorum alevde tut salımdan süveyda.
Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde,
Sıkışıp kalmaktayım nedense her seferde,
Kurtarmak için beni, haydi haykır “yeter” de,
Baharlarım kaçıyor tut dalımdan süveyda.
Mısralarım tutuklu dudaklarım kilitli,
Açılmayan kapılar açılmaya niyetli,
Anahtarım sendedir bu can sana akitli,
Dökülsün gönül sesim tut dilimden süveyda.
Geçti rahvan saatler tutamadım dünümü,
Bırakma tuzaklara set ol da kes önümü,
Yardım et ne olursun kurtarayım günümü,
Esiyorum gün be gün tut yelimden süveyda.
Sergül VURAL
“SÜVEYDA” ŞİİRİNİN TAHLİLİ
A-DİL: Şiirde kullanılan dil sade ve anlaşılır bir dildir. Kullandığı dil yapısıyla her dönem okunabilir bir özelliğe sahiptir.
2- ZAMAN: Şiirde
tüm zamanları kapsayan geniş bir özellik vardır. Tanrı aşkıyla yanan
bir insanla karşı karşıyayız. Tanrı’dan ve O’na olan bağlılıktan uzak
geçen bir zamanı sarsıntısız, rahat geçen zaman olarak değerlendiren ve
bundan rahatsızlık duyan bir insan vardır karşımızda. Geçen zaman da
kalbini saran Tanrı aşkı yoktur. Hâlbuki içinde bulunduğu zamanda
kalbini saran bir aşk vardır. Bunun adı kara sevdadır. Geçen zamanda bu
sevdadan habersiz olan kalbi, şimdi bunun için üzülmekte ve pişmanlık
duymaktadır. Bunu da “Geçti rahvan saatler tutamadım dünümü,”
mısralarında dile getirmektedir. Şair, içinde bulunduğu zamanı
değerlendirmek niyetindedir. Bu zaman Tanrı aşkıyla dolu olan zamandır.
O’nun için harcanmayacak zaman, O’nun adı için yapılmayacak her beşeri
iş, günah dolu ve önceden idrak edemeyeceği tuzaklarla doludur.
Tanrı’dan uzakta geçen geçmişinden pişmanlık
duymakta, içinde bulunduğu zamanında aynı şekilde heba olmasından
korkmaktadır. İçinde bulunduğu zamanın Tanrı aşkıyla dolu olmasını ve
O’ndan bir saniye bile ayrı geçmemesini istemektedir. “Yardım et ne olursun kurtarayım günümü,” mısrasında görüldüğü gibi yalvarmaya kadar gitmektedir.
Geçen ve içinde bulunduğu zaman aralığındaki bağlantı Tanrı’nın kendisidir.
3-MEKÂN: Şiirde mekân, şairin kalbidir. Şiirin birinci mısrasında yer alan “beneğim”
kelimesi iki anlamıyla birlikte kullanılmıştır: Birincisi; herhangi bir
şey üzerindeki nokta ki, biz bunun kalpteki siyah nokta olduğunu
anlıyoruz. Ancak bu nokta günah işlemekten ileri gelen siyah nokta
değildir. Kara sevdanın işaretidir. İkincisi; sevdiğini söylemekten
hiçbir zaman korkmayan kişi… Hadiselerin iç yüzünü ve gerçek mahiyetini
görerek kalp gözü ile kavrayabilecek bilgiye sahip olan şair, siyah
noktanın bütün kalbini ele geçireceğini biliyor olsa da, sevdiğini
söylemekten korkmaz. Ancak o, bu aşktan kaçarak kalbini temizleyeceği
yerde, o aşka, yani o siyah lekeye sıkı sıkıya sarılmaktadır.
Artık o siyah nokta
kalbini tamamen ele geçirmiştir. Ancak kalbindeki bu siyahlığın
nedeninin günahtan kaynaklanmaması ve tamamen Tanrı aşkından ileri
gelmesi, O’na tüm ruhu ile yönelmesi nedeniyle bu siyahlık kardan daha
beyazdır. “Kalbimdeki basiret ve olgunluk beneğim,/Şu kararan kalbimin kardan beyaz noktası” mısralarında bu duygu ve düşünceleri dile getirmektedir.
“Yakıyorsun gönlümü kömürden kara gözlüm,” mısrasında bu aşkın ateşinin tüm kalbini sardığı gibi benliğini de sardığını görüyoruz. “kömürden kara gözlüm”
kelime grubunda kararan kalbine övgü vardır. O kalbi, güzel kara
gözlere benzetmektedir. Kalbindeki bu ateş yangına dönmüştür. Sönmesini
istememektedir. Bu yangın yüreğinde sele dönmüş ve artık zaptı mümkün
değildir.
O’nun gönlü her türlü otoriteyi kullanma yetki ve
gücüne sahiptir. Bu nedenle gönlü soyludur, saygındır. Bu özellikleri
nedeniyle de başkalarından üstündür. Bu soylu, otoriter ve üstün
gönlünün tek vekili, tüm gönüllerin sultanı olan tek yaratıcı Tanrı
olabilir. Bu nedenle gönlünün imparatorluğunun tek kralı o olacaktır.
Kral, gücü kullanan varlık olarak istediğini yapabilme üstünlüğüne de
ele geçirmiş olmaktadır. Tamamen O’na teslim olmaktadır. Bunu da “Gönül payitahtıma vekil kıldım seni ben” mısralarında dile getirmektedir.
Görüldüğü gibi “Kalbimdeki basiret ve
olgunluk beneğim,/Şu kararan kalbimin kardan beyaz noktası,/Yakıyorsun
gönlümü kömürden kara gözlüm,/Gönül payitahtıma vekil kıldım seni ben,” mısralarında mekânın, şairin kalbi olduğunu anlıyoruz.
4-İNSAN: Şiirde öne çıkan insan
şairin kendisidir. Kara sevdaya tutulan şairin kalbinde sevda yangının
yol açtığı siyah bir nokta oluşmuştur. Ancak bu nokta tüm kalbini ele
geçirdikten sonra, ruhunu, yani “Ben”ini de etkisi altına almıştır. Her
saniyesi, her günü, uyanıkken ve uyku hali arasında da sevgiliyi anar
olmuştur. Sevgili için meczup olma hali ortaya çıkmakta, ancak o, bu
hale girince sevgiliyi anamamanın endişesini taşımaktadır. “Kalbimdeki
basiret ve olgunluk beneğim,/Şu kararan kalbimin kardan beyaz
noktası,/Yakıyorsun gönlümü kömürden kara gözlüm,/Gönül payitahtıma
vekil kıldım seni/ ben,”/Mısralarım tutuklu dudaklarım kilitli/ Anahtarım sendedir bu can sana akitli/ Geçti rahvan saatler tutamadım dünümü,/ Yardım et ne olursun kurtarayım günümü” mısralarında şiirdeki insanın şairin kendisi olduğunu anlıyoruz.
Bu aşk nedeniyle “Ben”i acı çeken şair, bunu
hissettirmez. Şiirde tasavvufi bir sesleniş vardır. Bu sesleniş şiire
lirizm katmakta, bu da şiire derinlik vermektedir.
5-DUYGU VE DÜŞÜNCE: Şiirdeki temel fikir kara sevdadır. Ancak bu sevda beşeri aşk değil, ilahi bir aşktır.
Şiire isim olan ve derinlik sağlayan Süveyda ismi anlamı
itibariyle kız çocuklarına verilmesi uygun olmamakla birlikte, yine de
yeni doğan kız çocuklarına isim olarak verilmektedir. Süveyda, Arapça
bir kelime olup, kalbin ortasında olduğuna inanılan siyah noktadır.
Mecazi olarakta kalpteki gizli günah anlamını taşıyor. Kalpteki bu
mezkûr nokta: Kâfirler ve Allaha isyan edenler için şekavet ve günah,
mü'minler için ise: Basiret ve idrak mahalli olarak bilinir.
İslam felsefesine göre de günah işleyen kalp kararır.
“Mü’minin işlediği her günah kalbinde siyah bir nokta meydana getirir.
Tövbe edip kötülükten sıyrılarak af dileyince, o siyah nokta kalbinden
silinir. Eğer günaha günah eklerse siyah noktalar çoğalıp kalbini
toplar.”(Buhari)
Başka bir inanışa göre de kalpte oluşan siyah nokta kara
sevdanın belirtisidir. Âşık olan kişinin kalbinde meydana gelen bu küçük
siyah nokta bütün vücudu kaplar!
Olgunluk, insanların bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından
geliştiğini gösterir. Ancak olgunluk, yaş itibariyle de insanın kemale
ermesidir.
Tasavvuftaki anlamı, eşyanın ve hadiselerin iç yüzünü ve gerçek mahiyetini
görmek, olayları kalp gözü ile idrak etmek, olan basiret kelimesi,
olanları, olacakları ve gerçeği görebilme, sezebilme ve buna uygun
davranabilme kabiliyetine sahip olmak anlamına da gelmektedir.
Şiirin birinci mısrasında yer alan “beneğim”
kelimesi iki anlamıyla birlikte kullanılmıştır: Birincisi; herhangi bir
şey üzerindeki nokta ki, biz bunun kalpteki siyah nokta olduğunu
anlıyoruz. Ancak bu nokta günah işlemekten ileri gelen siyah nokta
değildir. Kara sevdanın işaretidir. İkincisi; sevdiğini söylemekten
hiçbir zaman korkmayan kişi… Hadiselerin iç yüzünü ve gerçek mahiyetini
görerek kalp gözü ile kavrayabilecek bilgiye sahip olan ve gelişen şair,
siyah noktanın bütün kalbini ele geçireceğini biliyor olsa da,
sevdiğini söylemekten korkmaz. Ancak o, bu aşktan kaçarak kalbini
temizleyeceği yerde, o aşka, yani o siyah lekeye sıkı sıkıya
sarılmaktadır. “Beni öyle tut ki, belimden kavra ve asla bırakma” diye
bir sesleniş vardır. “Ne olursun tut” söz grubunda, kalbindeki o siyah noktaya adeta yalvarmaktadır. Mecazi anlamda bu duygu ve düşünceyi “Kalbimdeki basiret ve olgunluk beneğim,/Ne olursun tut beni tut belimden süveyda”
mısralarında dile getirmektedir. Tasavvufi bir anlatım söz konusudur.
O, kalbindeki siyah noktanın oluş sebebini bilmektedir. Kalp gözü ile
bunu idrak edecek olgunluğa erişmiştir. Üçüncü mısrada kara sevdadan
kaynaklanan o siyah noktanın ne kadar değerli ve önemli olduğunu
görüyoruz. Kalbindeki o siyah nokta Tanrı ile insanlar arasında aracılık
yapan kutsal bir varlığa benzetilmektedir ki, bu ifade, eşyaların ve
olayların iç yüzünü görerek gerçek mahiyetleri hakkında kalp gözü ile
idrak edebilme olgunluğuna eriştiğini göstermekte ve o’ndan ayrılarak
korkutucu ve ürkütücü kapalı ve karanlık geçitlere düşmekten
korkmaktadır. Çünkü o, bu aşktan zevk almaktadır. Kalbi karalıktan,
siyah noktadan kurtarmak için kulun tüm bedeni ve ruhuyla Tanrı’ya
teslim olması, O’na yönelmesi gerekir. O’nun kalbindeki siyah nokta da
bu yönelişin işaretidir. O, bu yönelişten ayrılmak istemez. Bunu da “Sen gözümün bebeği, sen ki sevda meleğim/Dehlizlere düşmeden tut elimden süveyda.”
mısralarında belirtmektedir. Üstü kapalı, dar ve uzun geçit anlamına
gelen dehliz kelimesi, buradaki ifade de mecazi olarak, korkutucu ve
ürkütücü kapalı ve karanlık geçitlere düşme anlamda kullanılmıştır.
“Şu kararan kalbimin” söz grubundan,
âşık olan şairin kara sevdaya tutulduğunu ve bu sevda nedeniyle de
kalbinin tamamen karardığını anlıyoruz. Artık o siyah nokta kalbini
tamamen ele geçirmiştir. Ancak kalbindeki bu siyahlığın nedeninin
günahtan kaynaklanmaması ve tamamen Tanrı aşkından ileri gelmesi, O’na
tüm ruhu ile yönelmesi nedeniyle bu siyahlık kardan daha beyazdır. Bu
siyahlık kutsal bir ışık gibi bembeyazdır. Kalbi karartan lekenin kara
olması mümkün değildir. Bu lekeye kara diyen yanılmaktadır. Çünkü
“kalbin karanlığı” aslında aydınlıktan başka bir şey değildir. Bunu da “Kim demiş kara”
söz grubunda anlatmaktadır. Beşeri aşkın anlamı ancak tasavvufta günah
olabilir. Bu aşk nedeniyle kalbi tamamen ele geçiren siyahlıktan “günah”
olarak söz edilebilir. Ancak o, kalbini ele geçiren bu siyahlığın Tanrı
aşkından ileri geldiğini bilecek ve görecek olgunluğa erişmiştir.
Tanrı, her şeyi tek başına yapabilen mahir’dir. Öğretendir. Kalplere
sevgi tohumunu eken de o’dur. Bu nedenle de sevdanın O’ndan başka ustası
yoktur. Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmekte, bu nedenle de aşkla yanan yüreklerin aydınlandığını düşünmektedir. Bu duygu ve düşünceyi “Şu kararan kalbimin kardan beyaz noktası,/Kim demiş kara diye sen ki sevda ustası?” mısralarında ifade etmektedir.
Kalbindeki siyahlığın gerçek anlamını bilmeyenler kara demektedir.
Kalbin ve aşkın gerçek sahibinin Tanrı’dan başkası olmadığını
bilmektedir. O karanlığın günah işlemekten ileri geldiğini sananların sözleri “mürekkebi, hokkası”
kelime grubunda mecazi anlamda ifade edilmiştir. Asıl anlamı söz’dür.
Bu sözün iftira gibi üzerine sıçramasından korkmakta ve o lekeden yardım
istemektedir! Çünkü yardım istenecek tek varlık Tanrı’dır. Her şeyin
oluş nedeni o’dur. O’ndan başka yardım edecek kimse yoktur. İkinci
kıtanın Üçüncü ve dördüncü mısralarında bu duygu ve düşünceyi “Sana kara diyenin mürekkebi, hokkası,/Dökülmesin üstüme tut kolumdan süveyda.” Sözleriyle dile getirmektedir.
Kalbindeki siyahlık Tanrı
aşkından ileri gelen ve kalbini tamamen ele geçirmesinden kaynaklanmakta
olduğundan, Mehtabın geceyi aydınlatan ışığı gibi kalbini ışıtmakta ve
aydınlatmaktadır. Bu ışık, güneşin aydınlığına ve ısısına ihtiyacı olan
tüm eşyalar gibi kalbini ışıtarak ısıtmıştır. “Mehtabın yansıması, kara değil ak yüzlüm,/Nasıl ısıttın nasıl, güneşe hasret özlüm?” mısralarında bu duygu ve düşünce içindedir. “Yakıyorsun gönlümü kömürden kara gözlüm,” mısrasında bu aşkın ateşinin tüm kalbini sardığı gibi benliğini de sardığını görüyoruz. “kömürden kara gözlüm”
kelime grubunda kararan kalbine övgü vardır. O kalbi, güzel kara
gözlere benzetmektedir. Kalbindeki bu ateş yangına dönmüştür. Sönmesini
istememektedir. Bu yangın yüreğinde sele dönmüş ve artık zaptı mümkün
değildir. Bu yangını başlatan yine Tanrı’dır. Bu aşkın sönmemesi için
yardım istenecek tek varlık yine o’dur. Yani kalbindeki o siyahlık! Bunu da şair “Sönmesin bu yangınım tut selimden süveyda.” Anlatmaktadır. Mısranın ikinci durağında “tut selimden süveyda”
kelime grubundan anlaşılması gereken başka bir hususta şudur; şair,
beşer aşkları sele benzetmektedir. Tanrı aşkından ileri gelen içindeki
yangının beşer aşkların seliyle sönmemesini dilemektedir.
O’nun gönlü her
türlü otoriteyi kullanma yetki ve gücüne sahiptir. Bu nedenle gönlü
soyludur, saygındır. Bu özellikleri nedeniyle de başkalarından üstündür.
Bu soylu, otoriter ve üstün gönlünün tek vekili, tüm gönüllerin sultanı
olan tek yaratıcı Tanrı olabilir. Bu nedenle gönlünün krallığının tek
kralı o olacaktır. Kral, gücü kullanan varlık olarak istediğini
yapabilme üstünlüğüne de ele geçirmiş olmaktadır. Tamamen o’na teslim
olmaktadır. Bunu da “Gönül payitahtıma vekil kıldım seni ben,/İster yaşat sevdanla, öldür beni istersen,” mısralarında dile getirmektedir. Gönül krallığının tek sultanı olan o kral, sevdasıyla yaşatsın başka bir şey istememektedir. “Yeter ki hiç dokunma”
kelime grubunda bunu ifade etmektedir. Çünkü o’nun yaşama gayesi artık
bu sevdadır. O’nun sevdasıyla vücudunun her karesi ateş gibi
yanmaktadır. Bu sevdanın ateşi alev seline dönmüştür. O, bu selin
ortasında yüzen bir sandal gibidir. Ateş selinin ortasında tüm
benliğiyle alev gibi kavrulurken yine O’nun aşkını istemektedir.
Dördüncü mısradaki “sal” kelimesi mecazidir. Buradan anlaşılması gereken şairin kendisi, yani kendi ruhu,“Ben”i dir. Bu duygu ve düşünceleri “Yeter ki hiç dokunma ateş oluyor bu ten,/Yüzüyorum alevde tut salımdan süveyda.” mısralarında görüyoruz.
Artık yüreğinde Tanrı aşkı daha ileri boyutlardadır. Bu
aşk nedeniyle uyku uyuyamamaktadır. Uyanıkken alev alev yanmaktadır,
ancak bu aşk O’na huzur vermektedir. Uyusa, bu aşkın ateşini hissederek
huzur bulacağı andan mahrum kalacaktır. Belki, uyuduğu zaman bu aşkın
kaybolacağından korkmaktadır. Bir ikilem içindedir. Bu nedenle Ruhunda
olup biten hiçbir şeyin farkında olamayarak, tepki gücünün zayıfladığı
ve her türlü etkinliğin büyük ölçüde azaldığı bir duruma gelmiştir. Bu
düşünceyi “Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde,/ Sıkışıp kalmaktayım nedense her seferde,”
mısralarında dile getirmektedir. Bu hâl o’nda rahatsızlık
yaratmaktadır. Bu hâlden kurtulmalıdır. O’nu kurtaracak olan varlık,
O’nun aşkıyla yandığı Tanrı’dır. O’nun bir tek işareti kendine gelmesi
ve kurtulması için yeterlidir. Uykuyla uyanıklık arasında yaşadığı iç
sıkıntı nedeniyle psikolojisi olumsuz etkilenmektedir. Tanrı aşkının
O’ndaki acısı, çilesi şaire huzur vermekte, bahar gibi gelmektedir. O
bundan mutludur. Ancak uykuyla uyanıklık arasındaki gel gitleri o’nda
korku yaratmakta, o’na huzur veren, bahar gibi gelen bu aşkın çilesi,
kalbini ve tüm ruhunu yakıp kavururken, sanki bu hazdan mahrum kalacak
endişesiyle her şey değişmekte, o’da bunun farkına varmaktadır. Ancak o,
bundan hoşnut değildir. Ruhunda meydana gelen bahar havasının
değişmesinden, yok olmasından korkmaktadır. Bu nedenle aşkıyla yandığı
Tanrı’ya “tut beni, yakala, koru” anlamında sesleniyor. Dördüncü
mısradaki “tut dalımdan” kelime grubundan anlaşılması gereken ağaç dalı değil, el-kol’dur. Mecazi bir anlatım söz konusudur. “Kurtarmak için beni, haydi haykır “yeter” de,/Baharlarım kaçıyor tut dalımdan süveyda.” mısralarında bu duygu ve düşüncelerin anlatımını görüyoruz.
“Mısralarım tutuklu” kelime grubunda
kendi varlığını açıkça vurgulayan şair, hiç kimse için yazılmayan ve
kapalı kalan mısralarını ve hiç kimsenin adını anmayan, hiç kimse için
bir şey söylemeyen dilinin, hatta gönlünün açılmaya karar verdiğini “Mısralarım tutuklu dudaklarım kilitli,/Açılmayan kapılar açılmaya niyetli,”
mısralarında dile getiriyor. Mısralarında Tanrı’nın adı yazılacak, hiç
kimsenin adını anmayan dudakları Tanrı’nın adını anacak ve o’na olan
aşkını haykıracak… “Açılmayan kapılar açılmaya niyetli,” mısrasında
mecazi bir anlatım da söz konusudur. İnanca göre, Tanrı’ya yönelen
kulun hâllerinde iyileşme görülür. Sürekli O’nu anan kalpte önce kalp
kiri temizlenir. Sürekli O’nu yazan kalemden ve O’nu anan dudaklardan
kötü söz çıkmayacaktır. Bu da şairin hâlinde iyileşmeye neden olacak,
her kapı O’na açılacaktır.
Bildiğimiz gibi anahtar açıp kapamaya yarayan bir araçtır. Üçüncü mısranın “Anahtarım sendedir”
kelime grubunda mecazi bir anlatım söz konusudur. Buradaki anlatımı “bu
canı veren sensin, alacak olan da sensin” şeklinde anlamamız gerekiyor.
“Bu can sana akitli” kelime grubundan iki anlam
çıkarılmaktadır: Birincisi; insanı yaratan Tanrı’dır. Ruhuna üfürerek
insana can vermiştir. Yine insan canını alacak olan da kendisidir. Dönüş
O’nadır. İkincisi; Tanrı aşkından başka bir şey düşünemeyen şair, tüm
ruhu ile O’na bağlıdır. Akit, sözleşme anlamında olup, tarafları
bağlayıcı hükümler içeren bir bağlayıcılığı vardır. Tanrı’ya dönüşte
insan için bağlayıcı bir hükümdür. “Anahtarım sendedir bu can sana akitli,”
mısrasında geçen anlamı toparlayacak olursak; Tanrım bu canı sen
verdin, yine sen alacaksın. Başkasının bu canı almaya kudreti yetmez. Bu
nedenle sana bağımlıyım. İnsan olarak bana can verirken koyduğun
hükümlerinin herhangi bir maddesini ihlal edersem cezama razıyım,
şeklinde anlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. “Dökülsün gönül sesim tut dilimden süveyda.” Mısrasında
anlatmak istediği duygu ve düşünce şudur: Gönül kapısının anahtarı
Tanrı’nın adı, o’nun aşkıdır. Her şeye kapalı olan gönül o’nunla hayat
bulmuştur. Canını, her şeyini o’na adamıştır. O can, tek yaratıcıya
aittir. Bu nedenle dudaklarından dökülecek olan gönül sesi,
dudaklarından çıkacak ve yüreğinden taşıp gelecek olan kara sevdanın
sözcükleridir. Dudaklarından çıkacak olan her söz o’na ait olacak, o’nu
anlatacaktır. Tanrıyla ilgisi bulunmayan hiçbir sözcüğün dudaklarından
dökülmemesi için de o’na “tut dilimden” kelime grubunda seslenmektedir.
Zaman boşa geçip gitmiştir. Güzel ve hayırlı işler yapmak
fırsatını kaçırmıştır. O güzel, belki de en verimli çağında Tanrı’dan
ve o’na olan bağlılıktan uzak geçen bir zaman vardır. Geçen zaman Tanrı
aşkıyla alakalı olmadığından rahat geçmiştir. O’nu içinde bulunduğu
zamanda olduğu gibi sarsmamıştır. Geçen zaman dilimini boşa geçirilmiş
zaman olarak değerlendirmekte ve bunun için de pişmanlık duymaktadır.
Bunu da “Geçti rahvan saatler tutamadım dünümü,”
mısralarında dile getirmektedir. Her saniyesi boşa geçen ve iyi
değerlendirilmemiş zamana yanan, üzülen şair, içinde bulunduğu zamanı
değerlendirmek niyetindedir. Bu zaman Tanrı aşkıyla dolu olan zamandır.
O’nun aşkıyla kavrulan yürek, O’nun adına güzel ve hayırlı işler
yapamamaktan üzülmektedir. Bu anlatım bize “Bugün Allah için ne yaptın?”
sorusunu hatırlatmaktadır. O’nun için harcanmayacak zaman, O’nun adı
için yapılmayacak her beşeri iş, günah dolu ve önünde göremediği,
göremeyeceği, önceden idrak edemeyeceği tuzaklarla doludur. O, bu tuzağa
düşmekten korkmakta ve o’ndan yardım istemektedir. Çünkü günahlardan
koruyacak olan o’dur. Burada “set ol da kes önümü”
kelime grubundan anlaşılması gereken, nehir ve ırmak üzerine kurulan
set, bent değil, günah tuzağına düşmemesi için yaratıcının kötülüklerden
alıkoyması ve engellemesidir. “Bırakma tuzaklara set ol da kes önümü” mısrasından anlaşılması gereken duygu ve düşünce budur.
Şair, bedenini alev alev yakan aşkın sahibi olan
yaratıcıdan, yani Tanrı’dan yardım isteyerek o’na yalvarmaktadır.
Yalvarmasının tek nedeni vardır: Tanrı’dan uzakta geçen geçmişinden
pişmanlık duymakta, içinde bulunduğu zamanında aynı şekilde heba
olmasından korkmaktadır. İçinde bulunduğu zamanın Tanrı aşkıyla dolu
olmasını ve o’ndan bir saniye bile ayrı geçmemesini istemektedir. “Yardım et ne olursun kurtarayım günümü,” mısrasında görüldüğü gibi yalvarmaya kadar gitmektedir.
Dördüncü mısradaki “esmek” kelimesi bize
rüzgarı hatırlatmakla birlikte, burada mecazi bir anlatım söz
konusudur. Bizi ilgilendiren kısmı da mecazi anlatımıdır: Yapılması
önceden düşünülmüş olmayan veya beklenmeyen bir şeyi yapmaya birdenbire
karar vermek, şeklinde açıklanması uygun olan bu kelime “uçarı olmak,
aklı hava da olmak” deyimlerini de bize hatırlatmaktadır. Ancak mısraya
kattığı mânâ tasavvufidir; Tanrı aşkı kalbini tamamen sarmış ve ele
geçirmiştir. Ruhu ve bedeniyle artık O’na teslim olmuştur. Bedenini alev
alev yakan bu kara sevda aklını da başından almıştır. Önceden
planlamadığı ani kararlar almakta ve uygulamaktadır. Ne yaptığını
bilemeyecek kadar kendinden geçmiştir. Burada Tanrı dostları dediğimiz
meczup kişileri düşünmeden geçemeyeceğiz. Bu insanların kendileri
Tanrıyla bütünleşmiş, onsuz bir saniyeleri bile geçmemektedir. Kendi
hâllerinde, kimseye zararları dokunmayan, zaman zaman sokakta Tanrı
adını haykırarak gezen insanlardır. Ani karar verirler ve akıllarına
geleni yaparlar. “Esiyorum gün be gün tut yelimden süveyda.”
mısrasında böyle bir anlatımla karşı karşıyayız. Aklını başından alan
bu aşk rüzgâra benzetilmiştir. Aslında şair, meczup bir duruma düşüp
Tanrı’dan kopmak istememektedir. O, Tanrıyla yaşamak istemekte ve o
rüzgarın aklını başından almasından korkmakta, bu nedenle de Tanrı’dan
yardım istemektedir.
6-KENDİNİ AŞMA: Şiirde, karşımıza çıkan insanın şairin kendisi olduğunu görüyoruz. Şairin iki zaman arasında sıkışıp kaldığı anlaşılıyor. “Geçti rahvan saatler tutamadım dünümü,” mısralarında geçen zamanda rahatlığına vurgu yaparken, “Yardım et ne olursun kurtarayım günümü,” mısralarında zıt bir sesleniş vardır.
Şiire derinlik
kazandıran ve tasavvufi bir seslenişe neden olan şairin “Ben” duyguları,
o’nun Tanrı sevgisini açıklamaktadır. Şiirde insan, mekân arasında
kurulan başarılı ilişki çok farklı bir seslenişe neden olmaktadır. “Anahtarım sendedir bu can sana akitli” mısrası bu seslenişe derinlik kazandırmaktadır. O’nun kendini başarılı bir şekilde aştığını göstermektedir.
7-ANLATIŞ TARZI:
Kalbimdeki basiret-7 + 7- ve olgunluk beneğim,=14
Ne olursun tut beni-7 + 7- tut belimden süveyda.
Sen gözümün bebeği-7 + 7- sen ki sevda meleğim,
Dehlizlere düşmeden-7 + 7- tut elimden süveyda.
Örnekte görüldüğü gibi Süveyda şiiri, Halk Edebiyatı nazım biriminin 14’li hece kalıbıyla 7+7 duraklı yazılmıştır. Mısralar kendi içinde duraklardan bölünebilmekte ve ayrı mısralar oluşturacak güzellikte yapılandırılmıştır.
Kafiye örgüsünün; birinci kıtada a-b-a-b çapraz kafiye, ikinci kıtada c-c-c-d düz kafiye, üçüncü kıtada e-e-e-f düz kafiye, dördüncü kıtada g-g-g-h düz kafiye, beşinci kıtada ı-ı-ı-i düz kafiye, altıncı kıtada j-j-j-k düz kafiye, yedinci kıtada l-l-l-m düz kafiye şeklinde yapılandığını görüyoruz.
Şiirde kafiye ve redif’i inceleyelim:
a-birinci kıta;
1. mısrada beneği /m/ 3. mısrada meleği /m/ kelimelerinde m sesi redif, eği zengin kafiyedir. 2. mısrada tut belimden süveyda, 4. mısrada tut elimden süveyda kelime gruplarında elimden süveyda redif, tut kelimesi zengin kafiyedir.
b- ikinci kıta;
1. mısrada “Şu kararan kalbimin kardan beyaz nokta /sı/”, 2. mısrada “Kim demiş kara diye sen ki sevda usta /sı/” 3. mısrada “Sana kara diyenin mürekkebi, hokka /sı/,” sı ekleri redif, nok/ta, us/ta kelime köklerinde ta sesi tam kafiyedir. 1. mısrada nokta, 3. mısrada hokka kelime köklerinde o sesi yarım kafiyedir.
c-üçüncü kıta;
1. mısrada “Mehtabın yansıması, kara değil ak yüz /lüm/”, 2. mısrada “Nasıl ısıttın nasıl, güneşe hasret öz /lüm/” , 3. mısrada “Yakıyorsun gönlümü kömürden kara göz /lüm/” lüm ekleri redif, yüz, öz, göz kelime köklerinde z sesi yarım kafiyedir.
d- dördüncü kıta;
1. mısrada “Gönül payitahtıma vekil kıldım seni b /en/”, 2. mısrada “İster yaşat sevdanla, öldür beni isters /en/”, 3. mısrada “Yeter ki hiç dokunma ateş oluyor bu t /en/” burada en sesi redif, 1. mısrada s/eni, 2. mısrada b/eni kelimelerinde eni zengin kafiye, 2. mısrada b/eni, 3. mısrada b/u kelimelerinde b sesi yarım kafiyedir.”
e- beşinci kıta;
1. mısrada “Uykuyla uyanıklık arasında bir yer /de/”, 2. mısrada “Sıkışıp kalmaktayım nedense her sefer /de/”, “Kurtarmak için beni, haydi haykır “yeter” /de/” ek halinde de ekleri redif, y/er, sef/er, yet/er kelime köklerinde er sesi tam kafiyedir.
d- altıncı kıta;
1. mısrada “Mısralarım tutuklu dudaklarım kilit/li/”, 2. mısrada “Açılmayan kapılar açılmaya niyet/li/”, 3. mısrada “Anahtarım sendedir bu can sana akit/li/” li ekleri redif, kili/t, niye/t, aki/t kelime köklerinde t sesi yarım kafiyedir.
e- yedinci kıta;
1. mısrada “Geçti rahvan saatler tutamadım dün/ümü/”, 2. mısrada “Bırakma tuzaklara set ol da kes ön/ümü/”, 3. mısrada “Yardım et ne olursun kurtarayım gün/ümü/” dizelerinde ümü ekleri redif, dü/n, ö/n, gü/n kelime köklerinde n sesi yarım kafiyedir. 1. mısrada tutamad/ım, 3. mısrada kurtaray/ım kelimelerinde ım sesi tam kafiyedir.
Her kıtanın 4. mısrasında yinelenen tut elimden süveyda, tut y/elimden süveyda. tut s/elimden süveyda , tut kolum/dan süveyda, , tut salım/dan süveyda, tut dalım/dan süveyda, tut dilimden süveyda redif, tut kelimesi zengin kafiye ve S/alım, d/alım kelimelerinde alım zengin kafiye (Tunç kafiye de denebilir) kolu/m, dili/m kelimelerinde m sesi yarım kafiyedir.
Seslerin
nasıl kullanıldığını inceleyelim: Yedi kıtadan oluşan şiirin ses
bakımından uyumu şiiri zenginleştirmiştir. Şiirin bütününde en çok
kullanılan ünsüz sesler; b-k-l-m-n-r-d-g-s-v-y-t- ve en çok kullanılan ünlü sesler; a-e-i-u-sesleridir. Bu seslerin bir ahenk içinde kullanılması şiire musiki havası vermiştir.
Genel olarak seslerin yapılandırılmasını
incelediğimiz zaman şiirdeki ritimi ve ahengi güçlendiren, şiir dili ve
biçimini zenginleştiren ve güzelleştiren, musiki sezgisini
kuvvetlendiren bir yapılandırma ile karşı karşıya kalıyoruz. Ünlü ve
ünsüz seslerin mısraları kuvvetlendirici bir yapılandırılması vardır.
Şiirde durağın ikinci bölümünü oluşturan kelime grupları şiire anlam olarak güçlü bir ifade katmaktadır. Mürekkebi,
hokkası-kara değil, ak yüzlüm- vekil kıldım seni ben- nedense her
seferde- haydi haykır “yeter” de- dudaklarım kilitli- bu can sana
akitli- tutamadım dünümü- kurtarayım günümü ve her kıtanın 4. mısra sonunda tekrarlanan süveyda
kelimesi ve kelime gruplarında alliterasyon, asonans şiirdeki vurguyu
pekiştirmekte, duygu ve düşüncedeki anlama derinlik kazandırmaktadır. Bu
kelimelerdeki a-e-i-u- sesinden oluşan asonans dikkat çekicidir. Sık
sık yapılan asonans ve aliterasyon şiirde uyumu güzelleştirmekte, ahengi
güçlendirmektedir.
Bazı Arapça ve Farsça kelimelerde yer almıştır. Bunlar; rahvan, süveyda gibi…
Şiirde edebi sanatları inceleyelim; Kalbimdeki basiret ve olgunluk beneğim/ Sen gözümün bebeği sen ki sevda meleğim/ Şu kararan kalbimin kardan beyaz noktası (aynı zamanda Tenasüp Sanatı kullanılmıştır) /Gönül payitahtıma vekil kıldım seni ben mısralarında İstiare Sanatı, Kurtarmak için beni, haydi haykır “yeter” de Teşhis
ve İntak Sanatı, her kıtanın sonunda yer alan 4. mısralarda Mecazi
Mürsel ve durağın ikinci bölümlerinde Tekrir Sanatları, İster yaşat sevdanla, öldür beni istersen mısrasında Tezat Sanatı, Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde Tenasüp Sanatı, Nasıl ısıttın nasıl, güneşe hasret özlüm?/ Kim demiş kara diye sen ki sevda ustası? Mısralarında İstifham Sanatı, Mısralarım tutuklu dudaklarım kilitli/ Açılmayan kapılar açılmaya niyetli,/Anahtarım sendedir bu can sana akitli mısralarında Leff Üneşr Sanatı, Bırakma tuzaklara set ol da kes önümü mısrasında Tevriye Sanatı kullanılmıştır. Edebi sanatların kullanılması şiire derinlik kazandırmış, anlamı kuvvetlendirmiştir.
İki bölümden oluşan şiirin ilk bölümünde ruhu alev
alev yakan bir aşkın varlığı göze çarpmaktadır. 5. kıtadan başlayan
şiirin ikinci bölümünde karamsarlık ve endişe dikkatimizi çekiyor.
Şiirin
bütününde birbirine yakın seslerin aynı mısra içinde ve çapraz olarak
tekrarı ile kullanılması şiirdeki uyumu zenginleştirmekte ve şiiri daha
kuvvetli göstermektedir. Şiirde, mısraların kendi içindeki ses uyumu ve
asonans şiiri zenginleştirirken, estetiksel, biçimsel ve şiir dili
bakımından da farklı bir güzellik katmış, musiki havası yaratmıştır. Şair, şiirdeki ahengi birbiriyle uyumlu seslerin, belli bir ritimle bir arada toplamasıyla sağlamıştır.
Şiir dili, gündelik konuşma dilinden farklıdır. Şair,
seçtiği kelimelerle güzel ve uyumlu bir dil oluşturmuş, bu da mânâ
bakımından şiire derinlik kazandırmıştır
0 Yorum -
Yorum Yaz
Çelebi ÖZTÜRK - İsmail KARA'nın "Çıkmaz sokaktayım" isimli şiirinin tahlili
( Sayı: 26 ) Ağustos 2010
İsmail KARA: 1944’de Kastamonu Araç
ilçesi, Akıncılar köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Araç’ta,
liseyi Ankara Maliye Okulu’nda bitirdi. Maliye ve Gümrük Bakanlığı’na
bağlı birimlerde memur olarak çalıştı. Vergi denetmeni iken 1979’da
istifa etti. Serbest muhasebecilik, bazı şirketlerde idarecilik ve
Muhasebe Müdürlüğü yaptı. 1992’de emekliye ayrıldı. Evli, dört çocuk
babasıdır.
Şiir yazmaya ilkokul sıralarında başladığını söyler.
1965’te ilk defa Ilgaz dergisinde bir şiiri yayınlandı. Bunu diğer şiir
ve yazıları takip etti. 1968’de Birinci Demet, 1976’da Öğretmenim adlı
şiir kitapları yayınlandı.
Akajans ve Hürriyet Haber Ajansı muhabirliklerinde
bulundu. Aylık bir gazete yayınladı. Bazı gazetelerde kültür-sanat
sayfası yönetti. Yeni Kervan dergisi ve bir gazetenin Yazı İşleri
Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri
Meslek Birliği (İLESAM)’nin Genel Başkanlığını yaptı. Halen Yalaka
adında bir mizah dergisi yayınlamaktadır.
ÇIKMAZ SOKAKTAYIM
Benim derdim birdi yine bin oldu,
Çıkmaz sokaklarda kalamıyorum.
Yine umutlarım sarardı soldu,
Sorunlara çare bulamıyorum.
Bana gül diyorlar, kolay mı gülmem?
Başımdaki dertler gider mi bilemem,
Ölmek istesem de bir türlü ölmem,
Felekten payımı alamıyorum.
Hiçbir arzum benim olmadı gitti,
Şu dünyada çilem dolmadı gitti,
Bahçemde güllerim soldu da bitti,
Bir sonsuz rüyaya dalamıyorum.
İsmail KARA
“ÇIKMAZ SOKAKLARDAYIM” ŞİİRİNİN TAHLİLİ
1-DİL: Şiir dili herkesin kolay
anlayabileceği sade bir dildir. Şairin seçtiği kelimeler günlük hayatta
konuşulan kelimelerdir. Şairin, süslü kelimeler kullanmak gibi bir
derdinin olmadığı bu şiirinde olduğu gibi, tüm şiirlerinde
görülmektedir.
2-İNSAN: Şiirdeki insan şairin kendisidir. Derdi katlanan ve büyüyen şairin bunun üstesinden gelmekte zorlandığı anlaşılıyor. “Benim derdim birdi yine bin oldu,” ve “Sorunlara çare bulamıyorum,”
dizelerinden anlaşılan bu duygu ve düşüncedir. Şairin, halk tabiriyle
otu çöpü kendine dert edinen hassas ve duygusal bir insan yapısına sahip
olduğunu görebiliyoruz.
İkinci kıtada Şairin içinde bulunduğu ruh haleti anlatılıyor.
Şiirin bütünü ele alındığında Şairin “Ben” duygusu öne çıkmaktadır.
Şiirde öne çıkan “Ben” duygusu şiire lirizm katmaktadır.
3-MEKÂN: Şiirde mekân şairin içinde
bulunduğu ruh haleti, yaşamında meydana gelen umutsuzluktur. Bunu şiirin
üç kıtasında da görmek mümkündür.
Şair, mekânı aşmak düşüncesindedir. Ancak başaramadığı ve çaresizlik içinde feryat ettiği görülmektedir.
4-ZAMAN: Şiirde zaman geniş
boyutludur. Şairin yaşamındaki herhangi bir dönem olabilir. Bu boyut,
şiirin her dönem güncel kalmasını ve okunmasını sağlamaktadır.
5-DUYGU VE DÜŞÜNCE: Katmerleşen
dertlerin altında bunalan bir insan olarak karşımıza çıkan şairin,
derdini artıran, daha çok üzülmesine neden olan olay hakkında açıkça bir
ipucu yoktur. Ancak, “Benim derdim birdi yine bin oldu,”
dizesinden her şeyi kafasına takan oldukça duygulu, takıntılı bir insan
olduğunu anlıyoruz. Dertlerine sürekli yeni dert eklendiğini “Yine bin oldu”
söz grubundan anlamamız zor değil… Dertlerinin çıkışı yoktur, ancak o
çıkmaz sokakta kalamayacak kadar da araştırmacıdır. Bu araştırma, çare
aramak şeklinde anlaşılmalıdır. Yeni eklenen dertleriyle, belki taşıdığı
son umutları da karamsarlık içinde yok olmaya yüz tutmuştur. Bunda, o
anki ruh haleti ve dertlerine çare bulamamak neden olmaktadır. Nitekim “Yine umutlarım sarardı soldu /Sorunlara çare bulamıyorum,” dizelerinden bu duygu ve düşünce içinde olduğu anlaşılmaktadır.
Şiirdeki dertlerin ne olduğu hakkında açıkça bir
ayrıntı bulamıyoruz. Ancak bunu anlayabilmek ve açıklayabilmek için
şairin iç dünyasını, gizli duygularını keşfetmek gerekir. Diğer
eserlerindeki duygu ve düşünceler hakkında bilgi sahibi olmak gerekir.
Şair Kara’nın toplumun dertleriyle üzülen, kendi derdi yapan, toplumun
sevinçlerine ortak olan bir özelliği var. Dolayısıyla şiirde anlatılmak
istenen derdin, toplumun genel üzüntü ve kaygıları olabileceği ihtimal
dahilindedir.
Bu nedenle şairin gülmekten yana bir sıkıntısı da
görülmektedir. Toplumun dertleriyle yaşayan şairin gülmeyi unuttuğu
anlamı çıkabilir. Dertler büyüdükçe gülmesi ve sevinmesi de
zorlaşmaktadır. “ Bana gül diyorlar, kolay mı gülmem / Başımdaki dertler gider mi bilmem?”
Dizelerinden anlaşılan budur. Çevresindeki insanların kendisine “gül”
demelerine, o’nu teselli etmeye çalışmalarına rağmen gülmekte
zorlandığını anlıyoruz. Dertleri arttıkça umutsuzluğu ve karamsarlığı da
artmaktadır. Bu nedenle ölmek istediğini ancak “…bir türlü ölmem”
söz grubu ile ölemediğini de anlıyoruz. Felek yazgıyı yazan varlık
olarak karşımıza çıkıyor. Fani dünya da her insanın felekten aldığı pay
farklıdır. O’da felekten belki ölüm olarak, belki dertlerinden ve
üzüntüsünden kurtulmuş bir insan olarak mutluluk payını alamadığını “Felekten payımı alamıyorum” dizesiyle anlatmaya çalışmaktadır.
Üçüncü ve son kıta da şairin serzenişte bulunduğunu
görüyoruz. Arzu ve isteklerine kavuşamamış bir insan olarak karşımıza
çıkan şair, dünya da dertlerinin bitmediğini aksine kat kat arttığını
ifade ediyor ve çektiği çilelerin sonunun bir türlü gelmediğini
anlatıyor. Dünyadaki çilesi son bulsa, belki felekten payını almış
olacaktır. “Hiçbir arzum benim olmadı, gitti / Şu dünyada çilem dolmadı gitti,” dizelerinde anlatılmak istenen duygu ve düşünceler onun arzularına ulaşamamış bir insan olduğunu anlatmaktadır. “Bahçemde güllerim soldu da bitti” dizesinde, içindeki güzelliklerin öldüğünü anlamamız gerekir. “ Bir sonsuz rüyaya dalamıyorum” dizesinden ölmek istediği halde ölemediğini anlamak mümkün.
6-KENDİNİ AŞMA: Her şeyi kendine
dert edinen, bu dertlerle yaşamaya çalışan, arzu ve istekleri
gerçeklememiş, kendince “Çilem dolmadı” diye düşünen bir insan karakteri
ile karşı karşıyayız. Derdi bitmiş olsa yeni dertlerle tanışacak, bu
nedenle de yaşadığı müddetçe asla dertleri bitmeyecektir. Bunu da
aslında bilen şair, bu hâlden kendini kurtarmak için bir çaba içinde
olmadığı gibi, herhangi bir girişimi de yoktur. Şiirin özünü oluşturan
bu hâl nedeniyle, aslında şairin şiirde kendini aştığını görebiliyoruz.
7-ANLATIŞ TARZI: Çıkmaz Sokaktayım
şiirinde Türk Halk Edebiyatının dörtlük nazım birimi kullanılmıştır.
Birinci kıta 4, ikinci kıta 4 ve üçüncü kıta 4 mısradan meydana
gelmiştir. Şirin bütünü 3 kıtadan meydana gelmektedir. Şiirin tamamı
11’ li hece ölçüsüne göre yazılmıştır. Birinci kıtası a – b – a – b
sarmal kafiye, ikinci kıtası a – a – a – a düz kafiye, üçüncü kıtası a –
a – a – b düz kafiye örgüsü ile yazılmıştır.
Şiirde redif ve kafiye yapısını inceleyelim.
a-Birinci kıta; Birinci kıtanın birinci mısra sonunda oldu, üçüncü mısra sonunda soldu kelimelerinde du sesi redif, ol sesi tam kafiyedir. İkinci mısra sonunda kalamıyorum ve dördüncü mısra sonunda bulamıyorum kelimelerinde um eki redif, lamıyor kelimesi tunç kafiyedir.
b- İkinci kıta;İkinci kıtanın birinci mısra sonunda yer alan gülmem, ikinci mısra sonunda bilemem ve üçüncü mısra sonunda ölmem kelimelerinde m sesi redif, me sesi tam kafiyedir.
c- Üçüncü Kıta; Üçüncü kıtanın birinci mısra sonunda gitti, ikinci mısra sonunda gitti ve üçüncü mısra sonunda bitti kelimelerinde, gitti kelime halinde rediftir. Gitti kelimesinden önce gelen olmadı kelimesi zengin kafiye, ikinci mısrada d / olmadı kelimesinde olmadı tunç kafiyedir. Üçüncü mısrada ti sesi redif, it sesi tam kafiyedir.
Kafiye dizilişi şiire anlam ve ses bakımından bir
zenginlik katmıştır. Kelime sonlarında “m” sesinin sıkça yinelenmesi
şiirde ahengi kuvvetlendirmiştir.
Seslerin nasıl kullanıldığını inceleyelim.
Birinci kıtanın birinci mısrasındaki B - n – d – m – r ünsüz seslerin, iç sesin i – e gibi ünlü seslerden oluşması, ikinci mısranın k – m – l ünsüz seslerden, iç sesin a ünlü sesinden oluşması, üçüncü mısrada m – r – d ünsüz seslerin, iç sesin u ünlü sesinden oluşması, dördüncü mısranın r – m ünsüz seslerden ve iç sesin a ünlü sesinden oluşması ile mısralar içerisinde güçlü bir uyum, kuvvetli bir ritm oluşturulmuştur.
İkinci kıtanın birinci mısrasının m – g – l ünsüz seslerden, iç sesin ünlü seslerinden oluşması, İkinci mısranın m – d - r ünsüz seslerden oluşması, iç sesin e – i ünlü seslerden oluşması seste bütünlük sağlarken, ayrıca gül, ölmek kelimelerinin tekrarı ve m sesinden oluşan ses uyumu kıtada güçlü bir ahenk sağlamıştır. Üçüncü mısrada l – m - t ünsüz seslerin, iç sesin e sesinden ve birbirine yakın olan ü ve ö
seslerinden oluşması, ünlü seslerin mısra içinde ritmik dolaşımı kulağa
hoş gelen bir musiki havası oluşturmuştur. Dördüncü mısra l- m ünsüz seslerden oluşmuştur.
Üçüncü kıtanın birinci mısrasında b – m – t ünsüz seslerinden ve iç ses olarak i ünlü sesinden oluşmuş, ikinci mısra d – m – t ünsüz seslerinden, üçüncü mısra d – l – t – m ünsüz seslerinden, dördüncü mısra y – m
ünsüz seslerinden oluşurken, seslerin mısra içinde sık tekrarı şiirde
bir ahenk oluşturmuş, hece düzenli yinelenmeleri ritmi
kuvvetlendirmiştir. Ses tekrarları kulağa hoş gelen bir musiki havası
vermektedir. Ses benzerlikleri şiirin genel yapısını güçlendirmekte ve
daha zengin göstermektedir. Mısraların kendi içindeki ses uyumu,
aliterasyon ve asonans şiiri zenginleştirirken, estetiksel, biçimsel ve
şiir dili bakımından musiki havası vermiştir. Şiirde yabancı ve
anlaşılamayan kelime kullanılmamıştır. Şiirde bir sadelik vardır. Kurgu
başarılıdır. Şiirde ahengi sağlayan ses ve ritim unsurları olan kafiye
(uyak), redif, aliterasyon, asonans ve ölçü birbiriyle uyumlu bir
şekilde kullanılmıştır.
http://www.edebiyatufku.com/haber.php?haber_id=1201
0 Yorum -
Yorum Yaz
Çelebi ÖZTÜRK - Hünkar DAĞLI'nın " İşte böyle " isimli şiirinin tahlili
( Sayı: 21 ) Mart 2010
HÜNKAR DAĞLI: 1959 yılında Gerede’de doğan şairin
çocukluğu köyde geçti. Ankara’ya geldi ve Anadolu Üniversitesi Sosyal
Bilimler Bölümünden mezun oldu. Diyanet İşleri Başkanlığında çalışırken
kendi isteğiyle 1987 yılında emekli oldu.
Şiirle tanışıklığı ortaokul yıllarına kadar gider.
Sonraki yıllarda hiç durmadan yazar. Kendini bu alanda yetiştirir. Şiir
sanatının derya olduğunu görür ve bu deryada kendini arar. Diyanet’in
çıkardığı çocuk dergisi için ısrarla çocuk şiiri yazması istenir. Ancak
o, ısmarlama şiir yazılamayacağına inananlardandır. Çocuk dergisinde ve
çeşitli edebiyat dergilerinde şiirleri yayınlanır. Ancak o, bunları bir
üstünlük olarak kabul etmez. 1997 yılında yayınlanan ilk şiir kitabı
Dağbaşı Çığlığı’nın ardından ikinci şiir kitabı olan Dağın “Öteki
Yüzünden” 2007 yılında yayınlanır. Halen Ankara’da yaşayan şair, bir
süre de Sivri Kalemler Derneğinin Başkanlığını yürütmüştür.
Hünkâr Dağlı, doğru bildiğini süslemeden, dolambaçlı
yollara sapmadan direk söyleyebilen dik bir insan… Dürüst ve dik duruşu
şiirlerine yansımıştır. O’nun poetikasında Anadolu insanına has dik
duruş, kentli insanına has sesleniş, Yunus’a özgü bir yakarış söz
konusudur. O’nu şair yapan kendine has poetika üreten bu özellikleridir.
Selçuk Üniversitesi Fen-edebiyat Fakültesi Rus Dili
ve edebiyatı Bölümü Öğretim Görevlisi Jannet Meyermanova o’nun hakkında
şunları söyler: “ Hayatın zorlukları ve karmaşası karşısında şiirle
dimdik duran bir yürek, bir yürek ki nice dünyalar kurup, yıkan, gülen,
ağlayan… Sitemlerine sığınak, yalnızlıklarına durak, isteklerine ise dua
olmuş şiirleri.
Kâh lafla “Peynir Gemisi” yürütenlere; çomaksız köy
bulup ürüyenlere; zehir zemberek kızıp; kâh “kerem’i ateşten alıp”,
bahar tazeliğinde umutlarına çiçek açtırmıştır.
Kimi zaman asi bir ruhla Ferhat olup dağları delen,
kimi zaman kaderci bir Yusuf; zindanı yurt edinen, kimi zaman da gözü
pek bir Kerem…
Divan Edebiyatının uyumu ve muammasını halk
edebiyatının sadeliğiyle bir araya getirip kendine bir tarz oluşturmayı
başarmıştır. Zengin kelime hazinesi okuyucuyu bambaşka diyarlara
götürürken var olduğu halde bilinmezliğin keşfini yaşatır.”
Şair 7–8–11-16’lı hece ölçülerine göre şiirler
yazmaktadır. Hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde durak nadiren vardır. 7
ve 8’li heceye göre 11’li hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde duygu
yoğunluğu, şiir dili, şiirin biçimi, derinlik ve anlam bakımından daha
başarılıdır. Genellikle şiirlerini 11’li hece ölçüsüne göre yazmaktadır.
Şiirlerindeki temel fikir aşk, özlem, kızgınlık,
insan-toplum, manevi duygular, nasihat v.b. konulardır. Şiirlerinde kimi
zaman eleştirisel temalarda görülmektedir. Yunus’ça söyleyişi de
vardır.
Şiirlerinde Arapça ve Farsça kelimelerde kullanmaktadır.
Çok az da olsa serbest tarzda şiirlerine rastlamak
mümkün… Şairin birkaç şiiri dışında serbest tarzda başarılı olduğunu
söyleyemeyiz. Bu tarzda halk edebiyatından hece ölçüsünü, redif ve
kafiye yi kullanarak şiire bir ahenk sağladığını söylemek mümkün.
Şair geleneklerine bağlıdır.
İŞTE BÖYLE
Biz sizin yerleri bilmeyiz güzel;
En az bir ayağım yerde kalmalı
Ve değdiği yerde toprak olmalı
İstersen sen biraz bize doğru gel
Biz sizin yerleri bilmeyiz güzel!
Biz sizin şeyleri giymeyiz güzel;
Etek neredeyse yere sürtmeli
Tepeden tırnağa tümden örtmeli
Başörtüsü sana olmasın engel
Biz sizin şeyleri giymeyiz güzel!
Biz öyle her şeyi yemeyiz güzel;
Kursağımdan helal lokma geçmeli
Suyu dahi besmeleyle içmeli
Benim kimliğime getirme halel
Biz öyle her şeyi yemeyiz güzel!
Biz maymun iştahlı değiliz güzel;
Gönül bir düştü mü sebat etmeli
Bir sevda bize bir ömür yetmeli
Açsa da bin fettan zülfünü tel tel
Biz maymun iştahlı değiliz güzel!
Biz onca duyarsız değiliz güzel;
Arayıp sormamak bizde ayıptır
Bigâne zamanlar büyük kayıptır
Sizde durgun akar en kabarık sel
Biz onca duyarsız değiliz güzel!
Biz o kadar bencil değiliz güzel;
Hiç “hep bana” diye başlamam işe
El vurmadım, el dalında yemişe
Sizde muteberler bizde müptezel
Biz o kadar bencil değiliz güzel!
Biz onca karmaşık değiliz güzel;
Fazla teferruat yorar bizleri
Yalın bir sadelik sarar bizleri
Kargaşa yağdırsa üstüme ecel
Biz onca karmaşık değiliz güzel!
Hünkar DAĞLI
“İŞTE BÖYLE” ŞİİRİNİN TAHLİLİ
1-DİL: Şiirde kullanılan dil sade ve anlaşılır bir dildir. Kullandığı dil yapısıyla her dönem okunabilir bir özelliğe sahiptir.
2- ZAMAN: Şiirde tüm zamanları kapsayan geniş bir özellik vardır. Kıtaların birinci ve son mısralarında görülen Biz
sizin yerleri bilmeyiz güzel/ Biz sizin şeyleri giymeyiz güzel/ Biz
öyle her şeyi yemeyiz güzel/ Biz maymun iştahlı değiliz güzel/ Biz onca
duyarsız değiliz güzel/Biz o kadar bencil değiliz güzel/biz onca
karmaşık değiliz güzel tekrarları şiirdeki zamanın boyutları
hakkında bilgi vermektedir. Tekrar edilen bu mısralar incelendiğinde
şiirin belli bir zamanı kapsamadığını, özellikle tüm zamanlara hitap
eden bir özelliği olduğunu gösteriyor. Bu zaman, insan ve mekânı içine
alan geniş bir zamandır.
3-MEKÂN: Şiirde mekân,
Müslüman-Türk kimliği içinde, ancak kendi kültürüne yabancılaşmış,
yabancı kültürün etkisinde yozlaşmış, herhangi bir kadın profili
bünyesinde günümüz kadınlarının içinde yaşadığı zamandır. Şiirde zaman
ve mekân arasında bir ilişki kurulması söz konusudur. Zamanla yozlaşan
Müslüman-Türk kimliği içindeki insanımız her şeyiyle değişmiştir. “Üzüm
üzüme baka baka kararır” Atasözü de buradaki yozlaşmayı ifade açısından
aynı duygu ve düşünceyi anlatmaktadır. Kültürel anlamda bir çatışma söz
konusudur. “İstersen sen biraz bize doğru gel/Biz sizin yerleri bilmeyiz güzel!” mısralarında bu çatışma görülmektedir. “Başörtüsü sana olmasın engel/Biz sizin şeyleri giymeyiz güzel!” mısralarında hem bu çatışma, hem de kendi kültürüne yabancılaşmanın vurgusu yapılmaktadır. “Arayıp sormamak bizde ayıptır” mısralarında da bu çatışmanın örneği mevcuttur. “Hiç “hep bana” diye başlamam işe”
mısrasında, içinde yaşanılan zamanda kaybolmuş olan “yardımlaşma”
duygusuna atıf yapılmış ve bu duygunun yabancılaşan insan kimliğinde
görülmediği anlatılmaktadır.
4-İNSAN: Şiirde öne çıkan insan
profili şairin kendisidir. Kendi “Ben” duygusu ile içinde yaşadığı ve
sahibi olduğu toplumun ortak kültürel değerlerini öne çıkarmaktadır.
Birinci kıtanın ikinci ve üçüncü mısralarında “En az bir ayağım yerde kalmalı/Ve değdiği yerde toprak olmalı” diyen şairin
yaşadığı zaman ve mekân içinde kendine telkinini görüyoruz. Şiirde
kendi kimliği ile öne çıkan şair, üçüncü kıtanın ikinci mısrasında “Kursağımdan helal lokma geçmeli”
diyerek yine kendi “Ben”ini öne çıkarmaktadır. Müslüman-Türk kimliğine
sahip topluluklarda fertler haram ve helal konusuna ciddi yaklaşırlar.
Kültür yozlaşmasına uğramayan ve kendi kimliğini korumasını başarabilen
şair, haram-helal konusundaki düşüncelerini bu mısrada dile getirmekte
ve kendi ruhu, yani “Ben”ini öne çıkarmaktadır. Ve şiire derinlik
kazandırmaktadır. Dördüncü kıtanın ikinci ve üçüncü mısralarında “Hiç “hep bana” diye başlamam işe/El vurmadım, el dalında yemişe” diyen şairin, kendi kültürel inançları çerçevesinde davrandığını ve “Ben” duygusunu öne çıkardığını görüyoruz.
5-DUYGU VE DÜŞÜNCE: Şiirdeki
temel fikir, Müslüman-Türk kimliğine sahip bireyin kendi kültürüne
yabancılaşması ve başka bir kültürün etkisine girmesi ve öz kimliğin
karşılaştırılmasıdır.
Bütün kıtalarda birinci mısranın sonunda gördüğümüz “güzel”
kelimesi ile tek bir güzelin kast edilmediğini bilmek gerekir.
Müslüman-Türk kimliği içinde yaşayan, ancak bu kimliğe uygun hâl ve
hareketler sergilemeyen, genel anlamda gayriislâmi yaşantı içinde olan
çağımız kadınlarına bu kelime ile toplu bir sesleniş vardır.
Birinci kıtada geçen “yer”
kelimesinden anlaşılması gereken, dar anlamda “yer” kast edilmemektedir.
Yani evi, işi, yaşadığı mekân söz konusu değildir. Burada zaman ve
mekân açısından geniş bir anlatım söz konusudur. “Yer” şairin içinde
yaşadığı zaman, mekândır.
Kıtaların birinci mısrasında geçen “Biz” kelimesi
ile de tekil birinci şahısı çoğula çevirerek Müslüman-Türk kimliğine
uygun yaşayan insanların bütününü içine alan geniş bir kavramı ifade
etmeye çalışmıştır.
“Sizin” kelimesi ile güzelin (güzel
olarak Müslüman-Türk kimliğine aykırı hâl ve davranışlar içinde bulunan
ve yaşayan kadın kast edilmektedir) yabancı kültürün kimliğine uygun bir
çoğunluğun varlığı anlaşılmalıdır.
Birinci kıtanın “Biz sizin yerleri bilmeyiz güzel”
diye başlayan birinci mısrasında mecazi bir anlatım vardır.
Müslüman-Türk kimliğiyle gezen ancak kendi kültürüne yabancılaşmış,
kendi kültürünü küçümseyen çağımız insanlarından herhangi birine
seslenen şairin kendi
0 Yorum -
Yorum Yaz
Mona Roza şiir Tahlili*
AŞK VE ÇİLELER / SEZAİ KARAKOÇ
Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben oteliyim…
Açma pencereni, perdeleri çek.
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan…
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi…
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları…
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlannın bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar… Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler…
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.
Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!
Monna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!
1950′lerde yazdığı ve fotokopileri elden elde, kuşaktan kuşağa dolaşan efsanevi Monna Rosa bile tek başına onun ne kadar büyük bir şair olduğunun kanıtıdır.
“Mona Rosa”, Türk şiirinin en görkemli “imkânsız aşk” şiirlerindendir. Sezai Karakoç, biraz da o “imkânsız aşk”ın etkisiyle evlenmez.
Tam 50 yıl boyunca yayımlamaktan kaçındığı Monna Rosa adlı kitabını ancak 1998′de okur karşısına çıkarır. Yeryüzünde kitap biçimini almadan bu kadar uzun bir süre sadece fotokopiyle çoğaltılarak bu kadar çok kişiye ulaşmış bir başka kitap var mıdır, bilinmez.
Şiir adına söz alınan her ortamda, ne zaman eski günlerden, unutulmuş aşklardan, efkârdan, melankoliden söz açılsa hemen topluluk içinden biri sessizce Monna Rosa’nın başlangıç dizelerini okumaya başlar.
Karakoç’un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998′den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Söylenen her şey, bir varsayımın kıyısında dolaşır.
Ece Ayhan’a göre, ‘pingponglu bir aşk kırgınlığı onu mecnun kıldı: Mona Roza. Kafasındaki kıza ihanet etmemek, derviş olmak için hiç evlenmedi.’
“Ping-Pong Masası” şiirinde raketlere vuran topun çıkardığı tekdüze tak tak sesleri, dolayısıyla şairin beyninde bir saatin tik takları gibi, bir ping-pong topunun tak takları gibi tekdüze acılı düşünceler. Ve bir sevda, ve sevdası tek yanlı, aşkı umursanmayan bir Sezai.[2]
“Monna Rosa” dört bölümden oluşur:
Aşk ve Çileler, Ölüm ve Çerçeveler, Pişmanlık ve Çileler, Monna Rosa.
Her bölümde anlatıcının konumu değişmektedir. Birinci bölümde o bir âşıktır. İkinci bölümde ise olaylara az çok nesnel bir şekilde uzaktan bakmaktadır. Üçüncü bölüm sevilen kızın ağzından yazılmıştır ve dördüncü bölüm artık ilahi aşka hasretini ifade eden aşığın ağzından anlatılır. Birinci bölüm karşılığını bulamayan aşk konusundadır, ikinci bölüm aşığın intiharı ile ilgilidir, üçüncü bölümde sevgilinin pişmanlık duyguları ve intiharı aktarılır. Dördüncü bölümde ise ilahi aşk arayışı dile getirilir. Bütün bölümlerde hece vezni kullanılmış olmasına rağmen üçüncü bölümde serbest vezin kullanılır. Serbest veznin bu bölümdeki kullanılışı anlatım tekniği ile açıklanabilir; çünkü bu bölümde bilinç akışını andıran bir şekilde beşeri sevgilinin düşünce ve duyguları anlatılır. Serbest vezin bu açıdan şaire belli bir özgürlük, anlatıcıya da doğallık kazandırmaktadır. Bunun altının çizilmesi lazımdır çünkü o yıllarda Karakoç’un geldiği ideolojik çevrelerden bir şair için serbest vezni kullanmak olağanüstü bir durumdu. Ellili yıllarda serbest vezin, daha çok sol kesimin ve Nurullah Ataç’ın tuttuğu şairlerin tekelindeymiş gibi görülmekteydi.[3]
Çözümleme
A. Metnin İletişim Boyutu
Başlık: Monna Rosa / Aşk ve Çileler
Karakoç’un 19 yaşında yazdığı bu şiiri, niçin 1998′den önce kitap biçiminde yayımlatmadığı konusunda tatmin edici bir açıklama yoktur. Önemli olan bir başka sorun da şiirin adıyla ilgilidir. Bazı bölümleri Anadolu’da geçen ve tasavvufi bir boyutu olan bir şiirde sevgiliye yabancı bir ad verilmesi şaşırtıcıdır. Ancak Rosa’nın Latincede gül anlamı taşıdığı unutulmamalıdır.[4] Gül, divan edebiyatının başlıca imgelerindendir ve gülün çağdaş Türk şiirinde Osmanlı medeniyetinin kültürel birikimini temsil eden bir imge olduğu söylenebilir. Sezai Karakoç birçok eserinde gül imgesini kullanmıştır. “Monna Rosa” adlı şiirde gülün Latincesini “rosa”yı kullanması genel olarak Karakoç’un ilk eserlerinde bulunan, birçok eleştirmenin onu İkinci Yeni akımın içinde değerlendirmesine neden olan, kapalı ve saydamlıktan uzak öğelerin yoğunluğu çerçevesinde değerlendirilmelidir.
“Sıradışılığına rağmen “Monna Rosa” başlığı, Leonardo da Vinci’nin meşhur Jokond portesini hatırlatır. Bilindiği gibi resmin diğer adı Mona Lisa’dır. Ancak bu şiirde Rönesans dahisinin eserlerine açık veya kapalı hiçbir gönderme yoktur. Belki de bu başlık Nazım Hikmet’in Jokond ile Si-Ya-U adlı eserinde Jakond’a sahip çıkmasına bir cevaptır. Nazım Hikmet’in Monna Lisa’sı destanın sonunda, Çin’deki sömürgeci vahşetine tanık olduktan sonra tarihsel maddeciliğe dönerken, Monna Rosa gizemci özlemin nesnesi olarak kalır. Şiirin başlığının böyle siyasi bir değerlendirmesi o kadar da abartılı değildir. 1951 ‘de Nazım Hikmet Sovyetler Birliği’ne sığınmıştı. Soğuk savaşın gerilimli yıllarıydı. Türkiye’de de solcularla sağcılar arsında, bazen sadece kelimelerde kalmayan, şiddetli tartışmalar oluyordu. 1954 yılında Sezai Karakoç, yayın hayatı kısa sürmüş, birçok yönüyle ilkel, komünist karşıtı Komünizme Hücum adlı dergide iki yazısını ve bir şiirini yayınlattı. Bu eylem, Karakoç’un Marksizme karşı tavrını açıkça göstermektedir. Böylece ‘Monna Rosa’nın başlığı sahiden o doğrultuda da değerlendirilebilir: Türkiye’nin kültürel kaderini o çok etkilemiş olan sağ-sol çatışmasının bir sahnesi de belki Louvres müzesindeki bir resmin önünde yaşanmış oldu.”[5]
Sezai Karakoç’un edebi projesi klasik İslam kültürünün imge ve mecazlarını modern bir şiir anlayışı çerçevesinde yeniden yorumlayarak onları çağdaş Türk edebiyatına kazandırmak ve böylece siyasi projesini edebi alanda gerçekleştirmektir. “Nazım Hikmet ise aynı imgeleri alıp, örneğin rubailerinde veya bazı oyunlarında yaptığı gibi onları dini ve gizemci anlamlarından çıkarıp Markiszmin ışığında yeniden yorumlamaktadır. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet’e İslamî bir cevaptır ve “Monna Rosa da o cevabın ilk örneğidir.”[6]
Sezai Karakoç “Monna Rosa”nın “modern bir Leyla ile Mecnun denemesi[7] olduğunu söyler. Sevgililerin birleşememeleri ve ilk aşamada beşeri olan aşkın daha sonra ilahi aşka dönüşmesi konu açısından “Monna Rosa”yla Leyla ile Mecnun arasında bir yakınlık olduğunu göstermektedir. Zaten Sezai Karakoç 1980′de hikayenin gizemci boyutu üzerinde duran ve anlatıcının onu yeniden yazma gerekçelerini aktardığı yeni bir Leyla ile Mecnun yazmıştır.
Anlatılan Özne:
Şiirin yazılma nedeni, Karakoç’un Mülkiye’deki bir sınıf arkadaşıyla ilgili duygularıdır. Şiirin ilk versiyonundaki düzeni şöyle bir akrostiş vermektedir: Muazzez Akkaya[8]. Ancak, Sezai Karakoç o konuda da hiçbir bilgi vermemekte ve hatta, okuyucuların bu tür detayların üzerinde durmamaları gerektiğini belirtmektedir. “Aşk ve Çileler” genç bir erkeğin ağzından karşılığını bulamayan aşkın imgesel, divan edebiyatına göndermelerle dolu bir anlatımıdır.
Şiirin sonuna doğru anlatıcı beşeri olmayan ilahi olan gerçek aşkı keşfeder.
Anlatıcı:
Anlatıcının, yani şiir kişisinin, Sezai Karakoç olduğu, şairin kendi açıklamalarından anlaşılmaktadır: “1952 baharına girerken 19 yaşında ve Mülkiye ikinci sınıftayım. Bir şiir üzerine çalışıyorum. Bu şiir gittikçe beni kendi dünyasına çekiyor. Yıllar, serbest şiir denen ölçüsüz, kafiyesiz şiirin zafer yılları. Orhan Veli akımı bir sel gibi edebiyatımızı kaplamış. Okul kitaplarında henüz Yahya Kemal’in saltanatı devam ediyorduysa da piyasayı Orhan Veliciler istila etmeye başlamıştı. Yaşlılar, edebiyat fakültesi profesörleri, makalelerinde Yahya Kemal’den bahsediyorlardı, ama dergilerde gençler Orhan Veli ve arkadaşlarının açtığı çığırdan giderek tüm geleneksel şiir değerleriyle ilişkilerini kesmiş bulunuyorlardı. Şairanelik hor görülüyordu. Edebiyatımızın ‘gül’, ‘bülbül’ gibi mazmunları alay konusuydu. Bütün değerler yere serilmiş gibi gözüküyordu. Kadın; ‘tak takıştır, sür sürüştür, muhallebiciye gel, piyasa vakti’ çerçevesinde algılanıyordu. Ben hecede ısrar ediyordum. ‘Gül’ kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. ‘Monna Rosa’ (Mona Roza) böyle doğdu. Modern bir Leyla ile Mecnun denemesiydi bu. Bir gencin dilinden anlatılış şeklinde başladı şiir. ‘Rose’ bilindiği gibi ‘gül’ demekti. Böylece, aşağılanan ‘gül’ kavramını yeniden gündeme getirmek istedim. (…) Aslında ‘gül’ mazmunu ve modern anlamda ‘Leyla ile Mecnun’ hikayesi, şiirimize tekrar bu şiirle girdi denebilir.”[9]
Kendisine Anlatılan Kişi:
“Aşk ve Çileler” bölümündeki beşliklerin ilk dizelerinin ilk harfleri arka arkaya getirildiğinde “Muazzez Akkaya” ismi çıkar. M. Akkaya, Sezai Karakoç’la Mülkiye’de aynı sınıfta okuyan biridir. “Şairin, adı geçen bayana kalbi bir yakınlık duyduğu aşikârdır. Hatta bu ilginin bir süreği olarak Karakoç’un aynı yıl evlenme isteğiyle memleketine bir mektup yazdığını ancak, bu arzusunun reddedildiğini hatıralarından anlıyoruz. Mahiyetini çok iyi bilemediğimiz bir gönül ilişkisinden, temiz bir aşktan mülhem bir şiirdir Mona Roza. Bu, oldukça tabiî bir durumdur. Bundan dolayı kimsenin şairi kınadığı falan yoktur. Ne var ki, Karakoç, ısrarla şiirin “öykü”sünü gizlemeye çalışmaktadır, bu tavra da saygı duymak gerekir.”[10]
Şiirin gerçekle ilgisini, şairin şiirde akrostişle işaretlediği “seçilmiş biri” (Muazzez Akkaya) konusunda Karakoç’un farklı bir yorumu vardır: “Monna Rosa’nın her şiir gibi bir doğuşu vardır. Ama şiire bakıp birtakım senaryolar uydurulduğu söyleniyor ki, bunların çoğu asıl ve esastan mahrumdur şüphesiz. Şiire bakıp tümünü. hayatın bir fotoğrafı gibi düşünmek, şiiri hiç anlamamak demektir. O kadar ki, hayattan şu veya bu şekilde yansıyan renkler, çizgiler dahi şiire realiteyle ilgilerini keserek, tamamen değişerek girerler. (…) Ben, ne bir Doğu Werther’iydim. Ne de düşünülebilecek senaryoların kahramanı. O günkü psikolojimle, Monna Rosa’da çizilen portre ile ilişkisi farz edilen ‘seçilmiş’ biri, yüce bir alem, ideal alem çerçevesinde düşünülebilen, en temiz duyguların yöneleceği, bir ‘kardeş’ olabilirdi. Ancak bunu da realitede gerçeklemek mümkün olmadığına göre, şiir doğuyor ve hayatla olan çelişmesinin bütün azap ve ıstıraplarını beraberinde getiriyordu.”[11]
B. Kesitleme
Kesit I
Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!
“Aşk ve Çileler”in ilk kesitinden itibaren anlatıcının seslendiği bir sevgili vardır. Şair, bu kesitte, sevgiliye seslenirken bir yandan da şiirin uzamını açıklamaktadır. Bu kesitte, siyah ve ak güllerden söz edilmesi, şiirin diğer bölümleriyle ilişki kurma amacına yöneliktir. Siyah ile ak ve kara ile beyaz arasındaki karşıtlık Mona Rosa’nın dört bölümünde de sürer. ‘Siyah’ ile ‘kara’ya ve beyaz ile aka geleneksel simgesel değerler yüklenmez. Şiirin “Pişmanlık ve Çileler” adlı bölümünde renklerin bu değerleri açık bir şekilde tersine çevrilir: Anlatıcı durumunda olan sevgili günah kadar beyazdır, onu seven ise tövbe kadar kara. Bu sıradışı benzetme, Karakoç’un yazınsal kalıplara karşı çıkma eylemi olarak değerlendirilebilir.
İkinci dizedeki beyaz yatak tamlaması, şiirde cinselliğe dair bir çağrışım söz konusu olmadığına göre, sevgilinin masumiyetini, saflığını simgeler. Sevgilinin doğduğu Gülce (ya da Geyve) diye bir yerden söz edilmesi şairin şiiri gerçekçi bir coğrafi ortamda, yani gerçek dünyada yerleştirmek istemesinden kaynaklanır; Gülce, şiirde adı geçen kişinin gerçekliğine dair bir uzamdır.
Üçüncü ve dördüncü dize ise sevgililerin gelecek ölümlerine bir gönderme yapar. Anlatıcı, -kanadı kırık kuş- seslendiği sevgili yüzünden kana batacağını söyler. Böylece ilk kesitin sonunda divan edebiyatının önemli imgeleri söylenmiş olur. Gül (Monna Rosa, Gülce, siyah ve ak güller) ve kuş. Sevgili bir güldür ve seven anlatıcı kanadı kırık bir kuş… (gül-bülbül ilişkisi)
Kesit II
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
Bu kesitte, -üçüncü ve dördüncü kesitte de devam edecek olan- mekânın kırsal oluşu üzerinde durulur; imgesel bir anlatımla karanlık ve tehdit edici bir atmosfer yaratılır. ‘Çakal’ ve ‘tavşan’ karşıtlığı, bu atmosferin temelini oluşturur. Çakal’lar kirlidir, tavşan’lar ürkek. Yağmur bile toprağa her zamanki gibi düşmez. Anlatıcının avuçlarındaki zaman; rüzgârın kavraması gibidir, bir farkında olma inceliğidir.
“Şiirin bu kesitteki: “Ulur aya karşı kirli çakallar” dizesi, şairin sol görüşlü sınıf arkadaşları tarafından bir “ima gibi görülmüş” ve yanlış anlaşılmalara sebep olmuştur. Hatta bu yüzden Karakoç’a bir komplo düzenlenir, ama boşa çıkar. Halbuki, şairin de belirttiği gibi bu bir tasvir dizesidir ve kimseye sataşma söz konusu değildir.”[12]
Kesit III
Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben öteliyim…
Açma pencereni, perdeleri çek.
Üçüncü kesit, önemli bir gelişme aktarır. Aşkın adımları, başka bir yola ayak uydurmak üzeredir. Çünkü anlatıcı sevgiliden kendisini göstermemesini istemektedir. Anlatıcı ötelidir; çünkü başka bir dünyaya ait olduğunu söyleyerek gizemci arayışını da belirtmiş olur. Sevgili sadece onu ilahi aşka götürecek olan bir araçtır. “Ancak anlatıcı beşeridir ve beşeri aşk onu gerçek maksattan uzaklaştırabilir. Kendisi arayışında beşeri sevgiliyi kullanırken, beşeri aşkın kurbanı da olabileceğinin farkındadır. Onun için sevgiliyi görmek istemez. Arayışının başarıya ulaşması için beşeri sevgili ona ilgisiz, acımasız davranmalıdır, ilgi gösterirse o zaman arayış tehlikededir. Ancak bu kesitte anlatıcının bunun farkında olduğunu ve gerçekten neyi aradığını görürüz. Artık istediği Allah’ı bulmaktır ve beşeri sevgili, yani yaşanılan evren dünya, bir engeldir.”[13]
Kesit IV
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan…
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Dördüncü kesitte sevgilinin elinde bir elmanın bulunması, sorun biçiminde değerlendirilebilecek önemli bir ayrıntıdır. Çünkü elma Hıristyan mitolojisinde günaha teşvikin bir simgesidir. İslâm kültüründe elmanın böyle bir anlamı yoktur. Ancak bu şiirin çerçevesinde elmayı günaha çağrı biçiminde değerlendirmek mümkündür; çünkü sevgili ile anlatıcının aşkı yasaktır. Yakut yüzük belki de sevgilinin başka biriyle nişanlı olduğunu, olabileceğini; yüzündeki kan ile de seslenilen kişinin kızardığını göstermekledir. Sevgilinin sıcak ve minnacık yüzünden söz edilmesi de önemlidir. Fiziksel görünüşü hakkında verilen bu tür bilgiler divan edebiyatını ve minyatürleri anımsatan ayrıntılardır.[14]
Kesit V
Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
Bu kesitte anlatıcı, dikkatini kendi kişiliği ve ruh hali üzerine yoğunlaştırır. Ruh, ışıksızdır ve bir mumun ardında bekleyen rüzgârla sallanmaktadır.
Karşıtlıklarla dolu bir dünyayı terennüm eden simgesel anlatım, beşinci kesitte, anlatıya umut veren bir açılımla devam eder: En ıssız yerlerde bile zambaklar açar. ‘Vahşi bir çiçeğin gururu’ tamlamasındaki ‘vahşi’ ve ‘gurur’ sözcükleri de temel anlamlarının dışında kullanılmıştır. ‘Vahşi’, uzaklığın bir engel olmadığı, mekânların bunaltmadığı, özgürlüğün ellerde bir azat kuş gibi kanat çırptığı, akan su gibi, uçan kuş gibi bir yüreğin sıfatı olabilir. ‘Gurur’ da, uzaklığın, ulaşılmazlığın bir göstergesi biçiminde düşünülebilir.
Kesit VI
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi…
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların
Altıncı kesitte sevgilinin ellerinden ve parmaklarından söz edilmesi ve onun bir nar çiçeğini ezmesi okuru, divan şiirinin dünyasına götürür. Klasik edebiyat ile tehdit edici gerçek bir dünya arasında devamlı bir gidip gelme sezilir bu dizelerde.
Nar çiçeği, ilkbahardan yaz başlarına kadar turuncu çiçekler açar. Susuzluğa dayanıklıdır. Bozkır çiçeğidir bir bakıma. Adındaki inceliğe, ürkek duruşuna, kokusunu getiren ‘uzak’lara söz düğünleri kurulmasının yanında, kadınların giysilerini de süsleyen bir motiftir.
“Şairin, hatıralarında da belirttiği gibi, Mona Roza’nın birinci bölümü ya da birincisi “Aşk ve Çileler”, bir gencin yani âşığın ağzından söylenmiştir, ifade yerindeyse. Eski kalıplar içinde (ölçü, kafiye) neşvünema bulan bu yeni ses, sevgiliyi yeni bir dünyanın değerleriyle takdim eder. Söyleyişteki kusursuzluk, orijinal ve yeni imajlarla kurulan ‘şiir cümleleri’, yeni bir sevgili çehresi çıkarır ortaya. Bu sevgilinin elleri bile, şimdiye kadar anlatılagelen ‘maşuka’nın ellerinden farklı bir şekilde dile getirilir.”[15]
Kesit VII
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.
Anlatıcı, geçen zamandan söz ederken, bir şeylerin kopup kopup gidişinden ve dönmeyişinden yakınır bir tutum sergiler. Saati gelince sönen lambalar, kinayeli bir biçimde kullanılmıştır. Bu dizenin iletisi, biten bir gün ve biten bir hayattır. Turnaların rüyaya girmesinde, geleneksel anlatıların dünyasına bir gönderme vardır. Turna, özellikle halk şiirinde kullanılan bir habercidir. Taşralıdır turna; umarsızların sılaya uzanan yoludur. Turna, göğe tuhaf tuhaf bakan sevgilinin ya da âşıkın düşlerini süsleyen simgesel bir öğedir.
Kesit VIII
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları…
İncir kuşu (anthus compestris) serçe görünümünde bir göçmen kuştur. Anlatıcının sözünü ettiği de İç Anadolu Bölgesi’ne gelen ‘kır incir kuşu’dur. Farsça ‘encir’ biçiminde okunan incir ‘delik, oyuk’ anlamına gelir. İsmini incirden değil, incir ismini ‘incir kuşu’ndan alır. (incir kuşu=delici kuş) Bu kuşlar, incir mevsimi, incir ağacından çıkmazlar. Özellikle akşama yakın saatlerde incirlere oyuk açıp dururlar. Göç mevsimi gelince, arkalarında bıraktıkları oyuklarla (yaralarla) göçüp giderler.
Bu kesitte, anlatıcı, kuş yerine vurulmak isteğinden söz eder. Akşam sözcüğündeki hüzün bütün bir kesite sinmiş gibidir.
‘Ah, beni vursalar bir kuş yerine!’ dizesi, çelişkideki dram güzelliğini, tragedya inceliğini anlatan özgün bir söyleyiştir.
Kesit IX
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar… Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.
Bu kesitte, sevgiliyi incir kuşlarının bakışlarında veya su kenarlarında bulması anlatıcının aşkının artık başka bir boyuta geçmiş olduğunu gösterir. Artık beşeri sevgiliye ihtiyacı yoktur, çünkü gerçek sevgilinin varlığını, münacaatlarda olduğu gibi, doğada hissetmektedir. ‘İncir kuşları’nın bakışında bulunan sevgili, hüznün dilsiz masalcısı gibidir artık. Bakışlar, göçmen ve masumdur. İncecik bir nehir kıyısıdır sanki. Boş yelkeni hayatla dolduracak kadar da güçlüdür aynı zamanda.
Kesit X
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa,
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler…
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Bu kesitte, Monna Rosa bu yeni durumu kabul etmemekte, aşığa kırgın bakışla yönelmekte, anlatıcı ise aşkının farklı olduğunu ve kurşunun en güzel şarkıyı söylediğini belirtmektedir. Sezai Karakoç “Monna Rosa”nın bir açıklamasını yapmadıysa da kurşunları mecazi anlamda kullandığını ve onların, sevgiliye değil, aşığa yönelik olduğunu söylemek zorunda hissettmiştir. “Oysa, bu şiirlerde görülen kurşunlar, başkalarına değil, sembolik olarak ıstırabını anlatmak açısından, şiirin kahramanının kendisine yönelmiş kurşunlardı… Silahın dönük olduğu yön, sevgilinin değil, sevenin kalbidir… En güzel şarkıyı söyleyen kurşun, sevenin ölümünü getiren kurşundur.”[16] Bu açıklama sevgilinin anlatıcının aşkına karşılık vermemesinin anlatıcının gerçek amacına varması için şart olduğunu gösterir. Oysa, divan şiirindeki sevgililerin aksine, Monna Rosa karşılık vermek, kendini göstermek ister ve anlatıcının ilgisizliği onu kızdırır.
Klasik şiirimizde de çokça karşılaştığımız; sevgilinin tegafülü yani aşığı görmezlikten gelmesi, Mona Roza’da başka bir biçimde karşımıza çıkar. Sevgilinin bir bakışı bile aşığın yaşamını anlamlı kılacak, hayatının beslenme damarlarından biri olduğunu iyice hissettirecektir:
Kesit XI
Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.
Bu kesitte anlatıcı, ‘çağın incittiği bir masal’da kendini anlayacak birini arayan bir mucize avcısı gibidir. ‘Artık’ zarfıyla bir sınır çizilmektedir. ‘İnan, dinle, kabul et’ eylemleri, başka bir boyuta geçmek üzere oluşun göstergeleridir. Anlatıcı, artık sevgiliye ilgi duymamaktadır. Monna Rosa artık sadece bir muhacir kızıdır.
‘Soğuk bir sızı’nın her tarafı alev alev sarması, Türk şiirinin en özgün söyleyişlerinden birisidir. Bu imge, Abdurrahim Karakoç’un ‘Lambada titreyen alev üşüyor’ ya da Ahmed Arif’in ‘Yokluğun cehennemin öbür adıdır / Üşüyorum kapama gözlerini’ dizelerinden çok önce söylenmiştir.
Kesit XII
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.
Bu kesit, dini bir erdem olan sabır temasını işler. Anlatıcı, sevgiliyi, sevginin gizemci boyutunu anlamaya davet eder. Sevgili, anlatıcının gözlerine baksa ölülerin niçin yaşadıklarını anlayacaktır. Bir bakış derinliği, aşkın ölümcül sırrını çözecektir belki de.
Kesit XIII
Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!
Sevgili artık altın bilezikler ve korkulu tenden ibarettir. O sadece bir kalıptır. Gerçi, anlatıcı onun kuşun kanlı tüylerine yanıt vermesini ister. Belki de bu onun tarafından anlaşılmak istediğini gösterir. Belki de bu, son bir davettir.
Bu kesitteki dizeler, alçak sesle söylenen bir günbatımı söylencesi gibidir.
‘Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,’ dizesini tevriyeli okumak mümkündür: gülümsesen / gülümse sen.
Kesit XIV
Şiirin ilk kesitinin tekrarı ile bitmesi aşkın artık bir başka boyuta vardığını gösterir ve yeni bir başlangıcı temsil eder.
Burada, “beşeri aşktan ilahi bir aşka geçiş söz konusudur. Bir çağdaş mesnevi olan Mona Rozza bu geçiş ölüm isteğiyle simgelenir. Ölüm isteği fani dünyayı terk etme isteğidir. Burada önemli olan ilahi aşk konusunun yirminci yüzyılda nasıl ifade edildiğidir. Bu şiirde yirminci yüzyıla ait olan birtakım öğeler vardır. Yani, geleneksel mesnevinin tersine, vuslat özlemi muhayyel veya stilize edilmiş bir mekanda yaşanmaz.”[17]
Şiirin Biçimsel Özellikleri
I. Nazım birimi: dörtlük (Beşinci dize, ilk dizenin tekrarıdır.)
II. Nazım biçimi: Koşma tarzı. ( Kesitlerin tümünde çapraz uyak kullanılmıştır.)
III. Dizelenme: Beşer dizeden oluşan on dört kesit. (Son kesit, ilk kesitin tekrarıdır.)
IV. Hecelenme: 11′li hece ölçüsü (6+5 duraklı)
VI. Uyak ve Redif: Şiirde, genellikle tam uyak kullanılmıştır. Birkaç dizede zengin uyağa yer verilmiştir. Redifi birkaç dizede görmek mümkündür.
C. Sonuç-Yargı
Söyleyişteki kusursuzluk ve özgün imgelerle kurulan bir şiir dili, Mona Roza’nın öne çıkan yönleridir. Şiirin akrostiş biçiminde yazılması, metni büyülü bir aşk öyküsü konumuna yükselmiştir.
“Sezai Karakoç’un “modern bir Leyla ile Mecnun denemesi” dediği Mona Roza’ya bu gözle baktığımızda elbette ki bir aşk şiiri, hem de platonik, efsanevi bir sevgiliye yazılmış bir aşk şiiri olması bakımından, klasik Leyla ile Mecnun mesnevileriyle bir ilgisi kurulabilir. Bu, yer yer eski mazmunlarla modern bir aşkın anlatılışıdır daha çok. Ayrıca, belki biraz zorlamayla, bu mesneviyi hatırlatan bazı sembolik ifadeleri de, daha çok şiirin son üç bölümünde bulabiliriz.”[18] Belki de, bu duyumsatmalar, sezdirmeler, şairin bir oyunudur. Arada bir geçmişe kaydırılan şiir dili, hem şiirin anlam çerçevesini genişletecek; hem de okuru sırlı, yarı aydınlık, puslu bir dünyaya çağırarak değişik anlam ufuklarında gezdirecektir.
Erdoğan Alkan, Mona Roza konusunda Cemal Süreya’dan şunları aktarır: “Söz ‘Mona Roza’ şiirine geldi. O hep gülümseyen yüzü, alaylı ve sevecen sözcüklerle söyle anlattı olayı: “Bilirsin güzel kızlar Mülkiye’yi kazanamaz. Geyveli bir kız vardı sınıfımızda, Muazzez Akkaya. Güzelce. Neşeli. Konuşkan. Az konuşan, durgun, içe dönük, Diyarbakırlı taşra çocuğu Sezai’yi onun bu şen şakrak hali çekti. Eğlenmeyi, dans etmeyi, gülüp oynamayı seven bir kızdı. Onu hiç elinde bir kitapla görmedim. Şiirmiş, yazınmış, sanatmış, o taraklarda bezi yoktu. Umurunda olmadı Sezai’nin aşkı. Hoş Sezai de peşinden koşmadı. Bilirsin düşkündür onuruna. ‘Mona Roza’ şiirini yazarak aşkını noktalayıp yüreğindeki mezara gömdü.”[19]
Bu şiirin öyküsü biraz da Apollinaire’e benzer: Fransız şair Apollinaire, zengin bir Alman ailesinin çocuklarına Fransızca öğretirken, kendisiyle birlikte aynı şatoda İngilizce öğretmenliği yapan Annie Playden’a aşık oldu. Rhin Şiirleri’nde güzel dizeler yazdı onun için. Ülkesine döndü sonra bu İngiliz kız. Apollinaire Londra’da arayıp durdu onu, “Bir Aşk Kırgını’nın Şarkısı” adlı o uzun, ünlü poem’i böyle doğdu. Bulamadı, çünkü Annie Playden Amerika’ya gitmişti. “Bir Aşk Kırgını’nın Şarkısı” adlı şiirden hiçbir zaman haberi olmadı Annie Playden’ın. Olsa bile ne değişirdi.
Sezai Karakoç’un “Mona Roza’sı da buna çok yakın biçimde noktalanıyor. Amerika’ya giden, halen orada yaşayan ve kocasının öldüğü bir yıl öncesine dek, Sezai Karakoç’a ve kendisi için yazılmış güzel aşk şiiri “Mona Roza”ya kayıtsız bir kadın.
Metnin gizemi konusunda Erdoğan Alkan, şu açıklamayı yapar: ‘Kocası henüz bir yıl önce ölen bir kadının isminin, karşılıksız aşk da olsa, bir başkasıyla anılması ne kadar aktörel’dir? Sezai onun adını bir şiire hapsetti. Ve biz Mülkiyeliler bu akrostişi biliyorduk. Ama ne Sezai Karakoç bir açıklamada bulundu, ne de bizler.’[20]
______________________________
[1] “Mona Roza” şiiri ilk kez Ankara’da, Munis Faik Ozansoy, Mülkiyeli şair Mehmet Çınarlı ve şair ilhan Geçer’in birlikte çıkardıkları Hisar dergisinde yayımlanır. İlhan Geçer, metnin yayımlanma öyküsünü şöyle anlatır:
“Mülkiye öğrencisi bir şair delikanlı ‘Mona Roza’ adlı bir şiir getirdi bize. Şiir güzel ama çok uzun, tam on dört bağlamdan, on dört beşlikten oluşuyor. Kıt olanaklarla çıkarıyoruz Hisar’ı. Sayfa sayımız sınırlı, koymamız gereken başka şiirler, başka yazılar var. Rica ettik, ‘kısaltman mümkün mü, ya da biz kısaltabilir miyiz?’ dedik. Diretti: ‘Hayır, ya verdiğim haliyle yayımlayın, ya da hiç yayımlamayın!’ Çaresiz,olduğu gibi yayımladık. Sonradan öğrendik, meğer her bağlamın, her beşliğin ilk dizesinin ilk harfleri beşlikler arasında akrostiş oluşturuyormuş: Muazzez Akkaya’m.” [Aktaran: Erdoğan Alkan, 'Şair Sezai Karakoç', Varlık, S. 1193, Şubat 2007.]
[2] Alkan, Erdoğan, ‘Şair Sezai Karakoç’, Varlık, S. 1193, Şubat 2007.
[3] Laurent Mignon, Kaldırımlar’dan Monna Rosa’ya, Hece, Diriliş Özel Sayısı, S. 73, Ocak 2003, s.142.
[4] “Edebiyet çevrelerine hemen herkes tarafından ‘Mona Roza’ olarak söylenen, bilinen bu şiirin adını, şairi Sezai Karakoç hemen her yerde ısrarla orijinal şekli olan ‘Monna Rosa’ biçiminde yazmıştır. (Karataş, Turan, Doğu’nun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1998, s. 21.)
[5] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.
[6] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.
[7] Karataş, Turan, a.g.y., s.214.
[8] Muazzez Akaya: Geyve’ye sonradan yerleşmiş bir muhacir ailesinin kızıdır. (Karakoç, kitabında Geyve yerine Gülce kullanmıştır.) Kandilli Kız Lisesi’ni “Pekiyi” derecesiyle bitirir. 1950′de Mülkiye’ye girer. Okulun en popüler kızlarındandır. Durgun ve melankolik bir kız olduğu sanılır, ancak neşeli, esprili, hayat dolu biridir. Baş döndürücü bir güzelliktedir. Grace Kelly”fırtınalı bir aşk”ın içine sürükler. Böylece “Uğruna Türk edebiyatının en gizemli ve en dokunaklı aşk şiirinin yazıldığı kadın” olarak kayıtlara geçer. Esin kaynağı olduğu Mona Roza şiirinden hiç haberdar olmaz. Ancak okul günlerinde paltosunun cebinde şairi meçhul şiirler bulur ve bu şiirlerin şairinin sınıf arkadaşı Sezai Karakoç olduğunu bilmez. Mona Roza şiiri büyük efsanelere ve tevatürlere de konu olur. Onlardan biri de Muazzez Akkaya’nın intihar ettiği şeklindedir. Bu rivayet doğru değildir. Okulu bitirdikten birkaç yıl sonra Maliye Bakanlığı’nda üst düzey görevler yapan ve geçen yıl hayatını kaybeden Orhan Giray ile evlenir. Üç çocuğu olur. Şu anda büyük kızı Ayşegül Giray ile yaşamaktadır. tipinde bir kızdır. Aynı okulda öğrenim gören sınıf arkadaşı şair Sezai Karakoç’u
[Coşkun, Ahmet Hakan, Hürriyet, 13 Haziran 2005-10 Ocak 2007, ahmethakan@hurriyet.com.tr / www.karakutu.com. (08.01.2007 Saat: 00:53, 'Yılın İlk Bombası Karakutu'dan)]
[9] Karakoç, Sezai, Hatıralar, Diriliş, S. 49, 23 Haziran 1989. (Aktaran: Karataş, Turan, a.g.y.)
[10] Karataş, Turan, a.g.y., s. 213.
[11] Karakoç, Sezai, Hatıralar, a.g.y., ( Aktaran: Karataş, Turan, a.g.y.)
[12] Karataş, Turan, a.g.y., s. 215.
[13] Laurent Mignon, a.g.y., s.143.
[14] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.
[15] Karataş, Turan, a.g.y., s. 214.
[16] Karakoç, Sezai, Hatıralar, Diriliş, S. 70 , s. 17, Haziran 1989. (Karataş, Turan, a.g.y.)
[17] Laurent Mignon, a.g.y., s.140.
[18] Karataş, Turan, a.g.y., s. 217.
[19] Alkan, Erdoğan, ‘Şair Sezai Karakoç’, Varlık, S. 1193, Şubat 2007.
[20] Alkan, Erdoğan, a.g.y.
1 Yorum -
Yorum Yaz
Başıboş ( Şiir Analizi )/adıdeğmez / Üstad Sınıfı
BAŞIBOŞ
Vatanımda sular akar, başıboş;
Herkes, birbirini kakar, başıboş.
Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.
Yanmaz da yürekler, güneşe atsan;
Bir kibrit, bir orman yakar, başıboş.
Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.
Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.
Allah’ım sen acı bu saf millete!
Akşam yatar, sabah kalkar, başıboş…
1964
Başıboşluk…
Her cemiyete bela, her belaya sebep.
Ne sefil bir kelimedir başıboşluk.
Koskoca bir davayı gebe bırakacak kadar namussuz; aynı oranda bir toplumu topyekün namussuz bırakacak kadar pervasız.
Küfrün elinde atom bombasını çatlatacak kadar tehlikeli, Müslüman elinde ise sudan-sabundan anlamaz ve arınmaz devasa bir mikrop.
Tarihin her döneminde örnekleri mevcut olmakla birlikte, “ben öldükçe dirilirim” iddiasında bulunan başıboşluk, bu iddiasıyla aynı paralel üzerinedir.
Alemlere rahmet, iki cihan güneşi olan Peygamber Efendimiz’in (SAV) yok etse de dirileceğini bildiği ve bu yüzden büyük üzüntü duyduğu; çok geçmeden Hz. Osman (RA) döneminde tekrar hortlayan başıboşluk, böylece İslam Davası’nda ilk temellerini atmış oldu.
Kelime manasıyla yönetimsizlik, denetimsizlik, aşırı serbestiyetlik olan başıboşluk; nifakla girdiği İslam Toplumu’na, daha sonra uyuşukluk, kargaşa, isyan, bid’at, küfür ve en sonunda Allah ve Resul’ünü inkara kadar varan adi bir dille, Osmanlı’nın son 400 küsür senesinden, günümüze değin, hala “ölümsüzlük” iddiasını sürdürmektedir.
Kur’an ve sünnet…
İşte kurtuluşumuz, bu iki kurtarıcıya muhtaç ve bağlıdır. Allah, bizi, kurtaran ve kurtulmuş bir toplum eylesin.
Amin…
“Vatanımda sular akar, başıboş…”
(1) Su…
Çay, ırmakla buluşur; ırmak, denizle ve deniz, okyanusla kucaklaşır nihayetinde. Yönü kesilmiş, bentleri yıkılmış, sele aldanmış ve sel olmuş, varacağı son noktadan edilmiş bir su, elbetteki bütün bir şehri yutacak kadar öfke doludur. Ne cisim tanır önünde, ne engel. Yıkar, geçer. Herşeyi tarumar edip, bırakır. Su, biçimsiz ve şekilsizdir. Ya bütün berraklığı ve temizliğiyle akar ya da bütün heybeti ve şiddetiyle devirir.
İşte büyük davanın, kollarını açıp, hasretler içinde gelmesini beklediği; bu davanın öncüsü olmaya memur bir gençlik, iman kaynağından fışkırıp, bir su gibi saf, berrak, temiz olup, hiçbir engel tanımadan; onu kuşatacak ve ona doğru yolu gösterip, “Kur’an bendinde” son şeklini verecek bir mayaya her zamankinden daha muhtaçtır.
Su, gençliktir, gençtir. Yönünü, kabını, bendini bilemez, bulamaz ve bütün bunlar kendisine buldurulamaz ise başıboş akar, durur. Önündeki engelleri, taşları, dağları tanıyan; gireceği bendi, kabı bilen ve başıboşluktan kurtulmuş bir gençliğe ne kadar da muhtacız.
(2) Su…
Efendimiz’in (SAV) “Temizlik, imandan gelir” düsturuyla, bedeni temizliğin biricik kaynağı olan su, aynı zamanda manevi temizlik için de “tertemiz bir iman ve fikir” hüviyetinin temsili olabilir. İşte suyun, bu duruluğu ve paklığı kaybettiği o an, çamur deryasından farkı kalmaz.
O halde su, hem maddi, hem manevi temizliğin tek remzidir. Bu temizliği kaybeden toplum, ne davasına, ne tarihine, ne dinine, ne milletine, ne iffetine, ne de kendisine bahşedilen nimetlere sahip çıkabilir. Bütün özü, ahlakı ve idrakı ile kirlenmiş bir toplum elbetteki başıboştur. Bir mikroptan yüzbinlerce mikrobun ürediğini varsayarsak, kökü çok eskiye dayanmayan bugünkü çöküntümüzün sebebini daha iyi anlayabiliriz.
(3) Su…
Su, atasözlerimize ve deyimlerimize de bir çok defa ilham kaynağı olmuştur.
Örneğin “Köprünün altından çok su geçti” deyimi, bize “zaman” kavramını bildiriyor. O halde su, zamandır, gündemdir. Bir olay ya da kişi, bir başka olay ya da kişinin yerini rahatlıkla alabiliyor. Hem de nefes almaktan çok daha hızlı bir biçimde. Yaşadığımız asra bakar isek, zamanın ve gündemin büyük bir başıboşlukla, ne de çabuk değiştiğini rahatlıkla görebiliriz.
Veyahut “Su akarken testiyi doldurmalı” atasözüne bakarsak “ele geçen fırsatları, imkânları değerlendirmek, bu fırsat ve imkanlardan yararlanmak” yorumuna varabilir ve buna paralel olarak da suyu “para, altın, maden” gibi kıymet hükmü fazla olan değerlerle de ifade edebiliriz.
Bugün yaşadığımız bu toprakların her türlü imkanı, fırsatı ve değeri koynunda barındırdığı gün gibi aşikar. Nasıl pervasızca kullanılıp, kullanılmadığı da hepimizce malum.
“Herkes, birbirini kakar, başıboş.”
Su bahsinde derinlemesine işlediğimiz bütün bir başıboşluğun, bugün ülkemizde başta terörizm olmak üzere, nasıl bir anarşi havasına büründüğünü; cinayetlerin, kargaşanın, soygunculuğun, dolandırıcılığın hangi seviyede olduğu hepimizce bilinen bir hakikat. Öyle ki, bu kargaşa ve kaos, bugün de dünde olduğu gibi, zengin-fakir, aç-tok, dahi-cahil, ilkokullu-üniversiteli, kadın-erkek vs. demeden vatanın her karışına sinmiş durumda. Allahû Alem, Allah sonumuzu hayır etsin.
“Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.”
“Bozkır”, üzerinde çeşitliliğin az ve genellikle çayırların hakim olduğu, karasal-sert iklime sahip bir bitki örtüsüdür. Ülkemizde daha çok İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde görülür.
Üstadımın, “bozkırlar” sözünden kendi çapımızda bir anlam çıkaracaksak şayet, bu anlamı ikiye ayırmak en doğrusu olur kanımızca.
Birinci kısmı, cehaletin getirdiği fikir ve iman kuraklığı diye açıklayabiliriz. Bu kuraklık, her türlü iç ve dış tehlikeye müsait bir mevkide ve başıboşluğa sebebiyet makamındadır.
“Topal tren” ise, bir o yana bir bu yana savrulan, bulunduğu istikametten her an çıkabilecek ve her an devrilebilecek, oldukça eksik ya da haddinden fazla bir görüş, fikir, oluşum, dayatım, rejim, nizam gibi çok geniş bir yelpazeyi kapsayan bir benzetmedir. Daha öz bir ifadeyle, “topal tren” tabirinin dayattığı oluşum, kurak fikre musallat olur ve büyük bir kaos kendi kendini doğurur.
İkinci kısımda ise “bozkırlardan” varılan anlam, bizce, İç Anadolu ve ziyadesiyle ondan doğan taze başkenttir. Bu kısmın asıl tamamlayıcısı ve gözardı edilmemesi gereken en önemli unsuru “topal tren” tabirinin açılımıdır. Çocuk, yeni nesil ya da saflık; merkep, avenelik, hamallık, ahmaklık; öküz ise bu açılımdan doğan şaşkınlık ve hiçbir şey yapamama ile ifade edilebilir. Konunun derinliğini okurlara bırakıp, Allahû Alem deyip, burada noktalıyorum.
”Yanmaz da yürekler, güneşe atsan;
Bir kibrit, bir orman yakar, başıboş”
Üstad, “En Yakın” adlı şiirinin ilk mısrasında “Bütün insanlığı dövsen havanda” diye
bir cümle kullanır. Bu cümleye paralel olarak, bütün insanlığı; fikriyatı, hayatı, vicdanı, namusu ve idealleriyle birlikte güneşe atsan bu kadar yanmaz da veyahut güneş, bu kadar yakmaz da bir kibrit ateşi, bir ormanı yok edebiliyor. Burada güneşten kasıt olarak, güneşin yerine, hatta güneş de dahil, dilediğinizi düşünebilir, dilediğiniz hengameyi, karışıklığı hayal edebilirsiniz.
Yakın olsun, uzak olsun, hem kendi tarihimizde hem dünya tarihinde, kibrit-orman örneklemesi hayli fazladır. Özellikle yakın tarihe bakarsak, ülkemizden başlayıp, Almanya, İtalya, Sovyet Rusya gibi ülkelerin ve bu ülke vatandaşlarının, despot ideolojiler karşısında nasıl katledildiği, zulme maruz bırakıldığı, açlık ve sefaletle yüzyüze geldiği hepimizce malumdur. Dünyanın gözü önünde gelişen bu vahşet, bugünde hala izlerini koruyor; takipçilerini ise yeni arayışlar peşine sürüklüyor.
“Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.”
Kimsenin farkında olmadığı, uğramadığı; hor görülmüş, inkar edilmiş; bütün yolları ve bağlantıları kesilmiş; uzak olan ve kaderine terkedilmiş bambaşka bir dünyanın, kendini gösterme veya kanıtlama çabasının nafileliği ne kadar vahim bir durumsa; Üstad’ın tabiriyle, çevresini topkeyün “sahte kahramanlar” kuşatmış bir tarihin, gün yüzüne çıkma ya da çıkarılma savaşı da bir o kadar vahimdir. Kaldı ki ihanet edilip, yalanlanan ve başıboş bırakılan bu tarihin her derinliği hakikat; yüceltilen ve baş tacı edilen her sathı ise yalandır.
Konu ile ilgili geniş bir araştırmayı Üstad’ın “Sahte Kahramanlar” isimli eserinde bulabilirsiniz.
“Bize kalan aziz borç asırlık zamanlardan,
Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan”
düsturuna malik, iman nesli elbetteki gelecektir.
“Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.”
Osmanlı’ya matbaanın girdiği ve ilk gazetenin basıldığı 1800’lü yıllardan ta ki günümüze kadar gelen aydınların yapısını incelersek, önümüze üç sınıf aydın tipi çıkar:
1-Hakikati yazanlar
2-Doğru bildiği hakikati yazanlar
3-Doğru diye bilinilmesi için, kah kendince kah üstlerince, bütün topluma dayatılan sözde hakikati yazanlar
İşte bu üçüncü sınıf aydın tipi, Üstad’ın “Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar” tabirine en uygun olanıdır. Öyle ki dayattığı sözde hakikatin, hakikat olduğunu ispat edemeyecek hatta ispata dahi yanaşamayacak kadar delilsiz, kendi hakikati dışında bütün hakikatleri taciz edip, aşağılayıp, karalayacak kadar da başıboştur.
Kelime dağarcığında “yobaz, gerici, süper mürşid, neo-müzülman, kızıl sultan, hürriyet, demokrasi, laiklik vs.” gibi yafta ve isimlerden bolca bulunan bu aydın tipi, menfi idealleri uğruna dayattığı sözde hakikati satıp, bir başka dayatmaya yanaşacak kadar da kişiliksizdir.
“Allah’ım sen acı bu saf millete!
Akşam yatar, sabah kalkar, başıboş…”
Bütün bu açıklamalar dahilinde, gelinen ya da getirilen noktanın her türlü sürecinde “haya, vicdan ve güzel ahlak” ve de bütün bunların biricik kümesi olan “Kur’an ve Sünnet anlayışı” yazık ki menfi idealler doğrultusunda en hakir zamanını yaşamaktadır. Üstüne üstlük milli irade dediğimiz, yüzyıllardır Kur’an ve Peygamber ipine sımsıkı sarılmış olan gücün ve anlayışın, Kurtuluş Savaş’ında son bir kez şahlanıp, yerini “nefsani irade”ye bırakmış olması, daha da vahimi, bu nefsani iradenin büsbütün kölesi olması sebebi iledir ki; rahatlığı, tembelliği, vurdumduymazlığı, inkarı, iftirası, ihtirası ve yazık ki küfrü ile birlikte, bugün başıboşluk mertebesinin camdan saraylarının kilitsiz odalarında, akşam yatıyor, sabah kalkıyor başıboş…
Camdan sarayları tuz-buz edecek bir nesil ümidi ile…
Daha fazla irdelemeden, şiirden, tarafımızca anlanılanı burada noktalıyorum. Örnekler çoğaltılabilir. Üstadımın BAŞIBOŞ şiirinde neyi ve nasıl kastettiğini elbetteki önce Yüce Allah, sonra Üstadımızın kendileri bilir. Biz, sadece işin teorisindeyiz ve aciziz.
Üstad Sınıfı / adıdeğmez
0 Yorum -
Yorum Yaz