
Osmanlıcılık,Türkçülük,İslamcılık
19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nda, 
yaygın bir kanaata göre Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük, 
Meslekçilik ve Sosyalizm ana başlıkları altında toplanabilecek fikir akımları 
görülür. Bu akımların temsilcilerinin ortak noktası; İmparatorluğu içinde 
bulunduğu durumdan kurtarmak ve eski görkemli günlerdeki durumuna getirmek 
amacıyla çaba sarfetmiş olmalarıdır. Aynı gaye ile hareket eden bu fikir 
akımları, yönetim açısından farklılaştıkça birbirlerinden uzaklaşmış ve bazen de 
çatışma içine girmişlerdir. Buna rağmen bu dönemdeki fikirleri kesin çizgilerle 
birbirlerinden ayırmak çok zordur. Ancak düşünürlerinin etrafında toplandıkları 
yayın organları vasıtasıyla bir ayrıma gidilebilmektedir.
Osmanlıcılık
Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu içindeki tüm etnik grupların üzerinde bir 
"Osmanlılık" duygusunu ve bu duyguya paralel olarak bir "Osmanlı Milletini" 
ortaya çıkararak Osmanlı Devleti'nin menfaatleri doğrultusunda gayret 
sarfetmelerini sağlamaya yönelik bir düşünce akımıdır. Bu düşüncenin savunulmaya 
başlandığı Tanzimat döneminde, İmparatorluk içindeki değişik etnik grupların 
Batı devletlerinin desteğini alarak bağımsızlığa yöneldikleri göz önüne 
alınırsa; Osmanlıcılık fikrini ileri süren devlet adamlarının bu yolla iç 
çekişmeleri yavaşlatmak ve dış baskıları da hafifletmeye çalıştıkları 
görülecektir.
Bir Osmanlı milleti oluşturma politikası Sultan II. Mahmut'un "Ben tebaamın 
Müslüman olanını camide, Hristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada 
farkederim. Aralarında başka bir güna fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet 
ve adaletim kavidir ve hepsi gerçek evladımdır." diyordu. 1839'da ilan edilen 
"Gülhane Hattı Hümayunu"nda bu fikir prensip olarak da tespit edilmiş oldu. 
Dolayısıyla Osmanlıcılık fikrinin esas gelişimi dönemi de Tanzimat'tan sonradır. 
Ancak, Osmanlı devlet adamlarının bu tezlerini sistematik olarak savundukları 
söylenemez. Bununla birlikte; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler, pek çok konuda 
birbirlerinden farklı düşünmelerine karşın; "Osmanlıcılık" fikrinin ana programı 
şu şekilde özetlenebilir: Bütün Osmanlılar hukuken eşittir. Hukuk ve 
hürriyetleri teminat altına alınır. Toplum zulümden kurtulup, ezel" ve beşer" 
olan adalete mazhar edilir. Bütün Osmanlı vatandaşları vatan sevgisi ile 
birleştirilir. Bu maksadın sağlanması için meşruti idareye getirilecektir. Bu 
maksatların elde edilmesi için şiddet yoluna baş vurulmaz, fitne çıkarılmaz ve 
ikna yoluyla çalışılır.
Dikkat çekici olan, İslamcıların ve Batıcılar'ın da Osmanlıcılığı savunuyor 
olmasıdır. Örneğin; Osmanlıcılığın gerekli bir politika olduğunu savunan İslamcı 
Süleyman Nazif "Cengiz Hastalığı" adlı makalesinde "Bizim damarlarımızda bugün 
hususi bir kan vardır ki o da Osmanlı kanıdır" derken; Batıcı Celal Nuri, 
Osmanlıcılığı eleştirenleri kınarken "...Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın 
müsavatı siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakim (yanlış) politika milletleri 
herc-ü merc (altüst) edeceği gibi Avrupa'yı hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye'ye 
hamilik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk eder..."der.
Yusuf Akçuraoğlu ise; Üç Tarz-ı Siyaset adındaki eserinde Osmanlıcılık fikrini 
gerçekçi bulmadığını "...muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar 
birbirleriyle kavga ve savaştan hali kalmayan unsurların şimdiden sonra 
kaynaşmalarının mümkün olmadığı..." yolundaki sözleri ile ifade etti. Atatürk de 
Osmanlıcılık fikrinin uygulanamayacağını şu sözleri ile ortaya koymuştur: 
"...Osmanlı İmparatorluğu içindeki muhtelif kavimler hep milli akidelere 
sarılarak, milliyet mefküresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne 
olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlardan yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile 
içlerinden kovulunca anladık... Anladık ki kabahatimiz kendimizi 
unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak kendi 
benliğimize ve milletimize bu hürmeti gösterelim. Bilelim ki milli benliğini 
bulamayan milletler başka milletlerin şikarıdır. (ganimetidir)".
Osmanlıcılık fikrinin en önemli hedefleri Mithat Paşa ve arkadaşlarının da 
gayretleriyle 1876'da Kanun-ı Esasî'nin ilanıyla gerçekleşti. Fakat 
Osmanlıcılığın zaferi olarak görülen bu hareket uzun sürmedi. II. Abdülhamid'in, 
Osmanlıcılık fikrinin zararlı olduğu kanaatına varması; Meşrutiyet idaresine ara 
vermesi ve yeniden bütün yetkileri kendisinde toplayarak İslamcılık fikrini ön 
plana çıkarması ve özellikle toplumun temel nüvesini oluşturan Türklerin 
Osmanlıcılık fikrine sıcak bakmaması bu fikrin öneminin kaybolmasına sebep 
olmuştur.
İslamcılık
İslamiyet, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan başlamak üzere belirleyici bir 
etkiye sahip olmuştur. Fakat "İslamcılık" adıyla ortaya çıkan düşünce akımının 
amacı ve işlevi çok farklıdır.
Bir düşünce akımı kimliğiyle İslamcılığın tam olarak ne zaman başladığını 
söylemek mümkün değildir. İslamcılık, yoğun olarak II. Abdülhamid döneminde 
kendisi ve rakipleri tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamid, 
İslamcılık politikasıyla hem Balkanlardaki "Panislavizm"i etkisiz duruma sokmak, 
hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak istiyordu. 
Fakat, zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı.
İslamcılara göre, Osmanlı İmparatorluğu'nda bir çöküş durumu vardı. Bunun 
sebebi, Batıcıların ileri sürdüğü gibi İslamiyet'ten kaynaklanmıyordu. Çünkü 
aslında İslamiyet bilime ve yeniliklere açık bir dindir. Demokrasi, meşruti 
rejim ve en geniş özgürlükler İslamiyet'in özünde vardır. Bu yüzden İslamcılar 
meşrutiyete karşı değillerdir. Ancak, rejimin memleket şartlarına uydurulması 
taraftarıdırlar.
Said Halim Paşa'ya göre İslamlaşmak demek; İslam'ın, itikad, ahlak, içtimaiyat 
ve siyaset sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette 
tefsir ve bunlara uymaktır.
İslamcılar çoğunlukla "Sırat-el-mustakim", "Sebilürreşat" ve "Beyan-ul hakim" 
gibi dergilerin etrafında toplandılar ve yazıları ile devletin çöküş sebebini 
arayıp kurtuluş yollarını önerdiler. Akımın önemli temsilcilerinden M. Şemsettin 
Günaltay'a göre, çöküşün sebebi Cinci Hoca, Seyyit Mustafa gibi dar görüşlü 
kafalardaki adamlardır. Bunların yerine ilimli, çağdaş düşünce ile silahlanmış 
bir İslamcılığın kurtarıcı olabileceğini savunur. Kalkınmanın metot ve bilgi işi 
de olduğunu belirten Günaltay, "cahil gericilikle cahil ilericilik" arasında 
zarar bakımından hiçbir fark görmez. Bu nedenle "her şeyden önce küflü kafalar 
yıkanmalıdır" der.
İslamcılar, Batı'nın Osmanlı Devleti'nden ileride olduğunu kabul etmişlerdi. Bu 
yüzden Batı'nın teknik ilericiliğinin alınmasının şart olduğunu savundular. Buna 
karşılık ahlak ve maneviyat bakımından zayıf olduğunu ileri sürüp Batı 
taklitçiliğine karşı çıktılar. Şemsettin Günaltay, "Avrupa yalnız kendisini 
düşünür. Amacı başka ülkeleri sömürmektir. Avrupa'dan merhamet beklemek 
boşunadır. Kendimiz uyanalım" der.
Çareyi millette bulan İslamcılardan biri de Mehmet Akif'tir. O da Batı'nın 
teknolojik üstünlüğünü kabul eder. Batı tekniğinin alınmasını isterken 
taklitçiliği reddeder; "...Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selamı 
taklit, kelamı taklit hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan 
taklidi demektir ki, kabil değil gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, 
binaenaleyh yaşayamaz..."der.
Milletlerarası politika alanında Batı'nın Osmanlı İmparatorluğu ve diğer 
Müslüman ülkelere uyguladığı zorba politikaları engellemenin tek yolu olarak "İttihad-ı 
İslam"ı görürler. Ancak böyle bir birleşmenin kısa sürede başarılmasının mümkün 
olmadığını da bilirler. Diğer düşünce akımlarından Batıcıları, körü körüne bir 
taklitçilik peşinde olduğu için tenkid ederler. Başlangıçta Osmanlıcılığa olumlu 
bakmalarına karşın Balkan Savaşı'ndan sonra bu konudaki düşüncelerini 
değiştirirler
Sonuç olarak, İslamcılık akımı Osmanlı İmparatorluğu'nun, bu metotla önce kendi 
birliğini ardından bütün İslam dünyasının kurtuluşunu İslamcı rönesans formülüne 
bağlamıştı. Bu memleketlerin yeniden kalkınmaları ve yükselmeleri ancak ve ancak 
İslamlaşmakla mümkündü. 
Türkçülük (http://farabi.selcuk.edu.tr/suzep/tarih/ders_notlari/guz_yariyili/bolum_5/bolum05.html#us)
Türkçülük diğer akımlara oranla daha geç ortaya çıkmasına karşılık Milli 
Mücadele'nin başarıya ulaştırılması ve Cumhuriyetin örgütlenmesinde rol oynayan 
en önemli akımdır.
Yusuf Akçura, Türkçülük akımının başlangıcını, Mustafa Celaleddin Paşa'nın 
1869'da Sultan Abdülaziz'e sunduğu bir kitaba kadar geri götürmektedir. Fakat, 
ilk defa sosyolojik bir metotla, eksik, çekingen ve dağınık fikirlerin 
toplanması ve bir sistem haline getirilmesi II. Meşrutiyet döneminde 
sağlanmıştır. Kasım 1908'de Rusya'dan kaçarak İstanbul'a gelen bazı Türkçülerin 
kurdukları "Türk Derneği" bu akımın beşiği olmuştur. Türk Derneği'nin kendi 
kendisini kapatmasından sonra Türkçüler bu kez Ağustos 1911'de kurulan "Türk 
Yurdu Cemiyet"inde toplanmaya başladılar. Fakat Türkçülüğün asıl örgütlenmesi bu 
derneğin de kendisini feshederek Asker" Tıbbiyelerin öncülüğünde 3 Temmuz 
1911'de kurulan "Türk Ocağı" derneğinde gerçekleşti. Derneğin resmi kurucuları 
şair Mehmet Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmet ve Dr. Fuat Sabit (veznedar) 
Beylerdir. Balkan Harbi'nden sonra seçilen yönetim kurulunda Hamdullah Suphi 
Tanrıöver (Reis), Akçuraoğlu Yusuf (İkinci Reis), Halis Turgut, Hüseyin Ragıp, 
Dr. Akil Muhtar (Özden) ve Dr. Hüseyin Ertuğrul Beylerden oluşmaktadır.
Özellikle Balkan Savaşı'ndan sonra Osmanlıcılık akımının başarısız olmasıyla 
ortaya çıkan ideal boşluğunu dolduran Türkçülük akımının amacını genel hatları 
ile şu şekilde özetlemek mümkündür: Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir 
şekilde yaşayan Türkleri milli bir duygu ile bilinçlendirmek, milliyetini idrak 
ettirmek. Türk milletini İslam beynelmilliyetine kuvvetli bir unsur olarak 
yeniden sokmak. Aynı zamanda sarsılmış olan Osmanlı Saltanatı'nın dayanaklarını 
yeniden kuvvetlendirmek. Modernleşmek. Ancak körü körüne bir Batı taklitçiliği 
içine girmemek, özellikle Tanzimat kafasının Türk toplumunu özünden uzaklaştırma 
hususunda büyük zararları olmuştur. Bu yüzden, Batılılaşmanın ilk şartı olarak 
millet haline gelmek ilkesi görülmüştür. Bu aşamadan sonra, Türk milletini Batı 
medeniyeti camiası içinde durmadan ilerleyen, hiçbir milletten geri kalmayan bir 
seviyeye yükseltmektir. Bu noktada Batı medeniyetine dahil olmak, milletlerarası 
hayat içinde yaşamaktır. Milli hüviyetinden ve şahsiye-tinden taviz vermek 
değildir.
Siyasal amaçlara ulaşabilmek için, millî bir iktisadi politikanın izlenmesi ve 
özellikle kapitülasyonlardan kurtulmak gerekmektedir. Bu yüzden Ziya Gökalp, 
Tekin Alp gibi yazarlar "Türk Yurdu", "İktisadiyat Mecmuası" gibi dergilerde 
"Millet Nedir? Millî İktisat Neden İbarettir"; "İktisad-ı Millî; "Milli İktisada 
Doğru" vb. yazılar yazarak kamuoyunu aydınlatmaya çalıştılar.
Siyasal bağımsızlığın sağlanması için, önce kültürel bağımsızlığın sağlanması 
gerektiğini ifade ettiler. Dilde sadeleşmeye, tarih bilincini aşılamaya 
çalıştılar. Bu hususta Mehmet Emin Bey'in "Cenge Giderken" adındaki şiiri;
"Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım
Gönlümün en yüksek gururudur bu
Ne esir edildim, ne de satıldım
Türk benliği, Türk şuurudur bu"
Hem kolay anlaşılır bir dilde oluşu, hem de Türklüğü övüşü itibarı ile dikkat 
çekicidir.
Bütün bunların gerçekleştirilmesinden sonra Türkçülük akımının son amacı; 
"Asya'da birbirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illerini Osmanlı bayrağının 
gölgesinde toplayarak büyük ve kuvvetli bir "İLHANLIK" teşkil etmektir. Ziya 
Gökalp "Turan" adındaki şiirinde Türkçülük akımının bu amacını şöyle açıklar.
Vatan ne Türkiye'dir. Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; TURAN.
Sonuç olarak Türkçüler için Osmanlı ancak siyasî bir organizasyondur. Sosyal bir 
gerçeğin adı değildir. Öyleyse bu organizasyonu sağlam bir sisteme oturtmak 
gerekmektedir. Balkan Savaşları, gayrimüslimlerin ayrılmasını sağlamıştır. 
Ortadoğu'da Araplar kendi organizasyonları ile meşguldür. O halde devlet ancak 
Türk milletini bilinçlendirip güçlendirmekle kurtarılabilir. Bu ideal Millî 
Mücadele ile gerçekleşecektir.
Garbcılık (Batıcılık)
[URL="http://farabi.selcuk.edu.tr/suzep/tarih/ders_notlari/guz_yariyili/bolum_5/bolum05.html#us"]
Tanzimat'tan sonra devleti kurtarmak ve modernleştirmek yolunda ortaya çıkan 
fikir akımlarından biri de Garpçılıktır. Fikrin kökenini ıslahat faaliyetlerinin 
başlangıcı ile bütünleştirmek mümkündür. Bu yüzden, I. Meşrutiyet'e gelinceye 
kadar Batılaşma hareketinin önderleri, ya padişahların bizzat kendileri ya da 
onların desteklediği devlet adamlarıdır. Durum böyle olunca, hareketin kapsamı 
Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi hükümdarla tebaa arasındaki münasebetlerin yeni 
hukuk esaslarına göre ayarlanmasından ibaret kaldı. Bunun en önemli sebebi de 
Osmanlılar ve Avrupalıların karşılıklı siyasî ve sosyal münasebetlerinde, inanç 
ve kültür farklılığının mevcudiyeti ve Osmanlı Müslüman toplumunun kendisini 
kültürel bakımdan Avrupalılardan üstün saymasıydı.
I. Meşrutiyet, Batılılaşma hareketlerinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu 
akımın etrafında toplananlar, fikirlerini çoğunlukla "İçtihad" dergisinde ortaya 
atarlar. Ancak, Garpçıların da kendi aralarında tam bir fikir birliği içinde 
oldukları söylenemez. Gerilemenin bir dizi gerekçeleri arasında "aydınları" baş 
sorumlu tutmaları ve "kendisine nur verilmeyenden nur istemeye hakkımız yoktur" 
ifadeleri dikkat çekicidir. Bununla birlikte iyimserdirler. Uçurumun kenarına 
gelmiş tek İslam Devleti'nin her şeye rağmen kalkınabileceğine inanmışlardır. 
Bir şartla ki, sosyal inkılap yapılsın. Bu ilmî bir metotla olabilir.
Batıcılara göre Osmanlı Devleti'nin en büyük problemi Batılı olmamaktan 
kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile tek kuruluş yolu vardır o da bu yüzyılın fikir 
ve ihtiyaçlarına uygun medenî bir devlet ve millet halini almaktır. Yani ilmî 
manasıyla "Garplılaşmaktır" "Nur ondadır." Ona gitmek mecburidir. "Çünkü ikinci 
bir medeniyet yoktur." Batıcılar bu noktada ikiye ayrıldılar. Batı'nın bir bütün 
olduğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini savunan Abdullah Cevdet ve 
arkadaşları birinci grubu oluşturur. Bu noktada Abdullah Cevdet Batıyla 
çatışmayı "Bal kabağının Krupp güllesiyle çarpışması" olarak değerlendirir ve 
tatlı fakat boş bir hayal olduğunu ifade eder.
İkinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşları ise Batının yalnız 
teknolojisinin alınması gerektiğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca duygular 
besleyen Batıya kültürel açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur.
Batıcıların belli başlı tezlerini şu şekilde özetlemek mümkündür.
Batılaşmak, yani Batı devletlerine benzer bir hale gelmek kaçınılmazdır.
İmparatorluğun gelişmesine ve ilerlemesine din, tek başına bir engel değildir. 
Fakat İslamiyet'in yanlış yorumlanması ve bir dizi batıl itikatların gelişmesi 
kalkınmaya engel olmaktadır.
Özel teşebbüsün desteklenmesi gerekmektedir.
Batıcılar "İttihad-ı Anasır" yani Osmanlı birliğine taraftardırlar. Bu anlamda 
Tanzimat ve Tanzimatçılığı savunmaktadırlar.
Bu görüşlerin yanı sıra Batıcılar o dönem için radikal diyebileceğimiz fikirleri 
de savunmaktadırlar. Bunların arasında padişahın tek eşli olması, fes'in 
atılarak şapkanın benimsenmesi, kadınların diledikleri tarzda giyinmelerine ve 
dolaşmalarına izin verilmesi, mevcut alfabenin atılarak Latin harflerinin kabul 
edilmesi, okuyuculuk, üfürücülük, falcılık vb. davranışların yasaklanması, 
medreselerin kapatılarak batı kolejleri tipinde okulların açılması, birer 
tembellik yuvası olan tekke ve zaviyelerin kapatılması.
Batıcılık düşüncesini savunanlar siyasî partilerden doğrudan destek görmediler. 
Ancak, fikirlerinin önemli bir kısmı Cumhuriyet'in ilanından sonra uygulama 
alanı buldu.
Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyetin ilanından itibaren başlayan 
özgürlükçü hava içinde çeşitli siyasal düşünce ve eylemlerin yanında "Sosyalizm"düşüncesi 
de gündeme geldi. Ancak son derece zayıf bir akım olarak kaldı. Parti, 1908 yılı 
sonundaki grev hareketleri ve 1909 yılında parlamento da uzun tartışmalara sebep 
olan "işçi sendikaları" tartışmalarından sonra Eylül 1910'da "Osmanlı Sosyalist 
Fır-kası" adı ile kuruldu. Parti, beyannamesinde "Sosyalizm"in Osmanlı 
İmparatorluğu'nda uygulamasını istemiştir. Gerek beyanname ve gerekse parti 
programındaki fikirler sosyalizmin klasik açıklamalarından öteye gitmemiştir.
Osmanlı Sosyalistleri fikirlerini partinin kuruluşundan önce şubat 1910'da 
Hüseyin Hilmi (Sosyalist Hilmi) tarafından çıkarılmaya başlanan "İştirak" 
dergisinde açıklamışlardır. Ayrıca çok şikayetçi oldukları "basın hürriyetinin" 
fena uygulanması yüzünden kısa ömürlü olan günlük gazeteleri de vardı.
Parti, işçi meselelerinin tartışılması üzerinde kurulmasına rağmen; partinin 
parlamento içinde işçi sorunları, ya da sosyalist düşüncelerin tartışılması gibi 
konularda hiçbir katkısı olmadı. Bunun belki de en önemli sebebi, partinin 
milletvekilinin bulunmaması ve parlamentodan da partiye hiçbir katılımın 
olmamasıdır.
Osmanlı sosyalistleri insicamlı ve devamlı olmayan fikirleri içinde Batılaşma 
meselesini sosyalizmin gerçekleşmesine bağlamıştır. Bu bakımdan, iki devrelik 
bir program teklif ettikleri görülmektedir. Birinci devre siyasidir. Diğer 
devrenin ise sosyalist olması gerekir. Siyasi devre 10 Temmuz 1908'de 
meşrutiyetle gerçekleşmiştir. Bu devrede kısa açıklamalar yapan sosyalistler 
ihtilâlci ve savaşçı düşüncelerini ortaya koymaktan çekinmediler. "10 Temmuz 
hürriyeti gerçi harben...feth olunmadı, alındı." Osmanlı sosyalistlerine göre 
"Hürriyet ancak harp ve darp ile" büyük fedakarlıklarla, "parça parça feth 
olunur". Bu bakımdan 10 Temmuz sosyalist bir hareket değildir. O halde yeni bir 
devrime gerek vardır. Ancak, devrimden sonra nasıl bir uygulamaya geçileceği ya 
da toplum refahının arttırılacağı konusunda her hangi bir çözüm yolu 
önermemiştir. çünkü, yeterli bilgi birikimi, kadrosu ve alt yapısı yoktur.