• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/halilakpinar
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=05056611119
  • https://www.twitter.com/halilakpinar
  • https://www.instagram.com/halilakpinar1453
  • https://www.youtube.com/channel/UCz-evvQhDvbJLw5bg_A8P1Q
Üyelik Girişi
MUHTEVA
Site Haritası

Custom Search

Mavi Marmara Gemisinde Yaşananlar-Röportaj

 
Gerçek Hayat Dergisi Ortadoğu Temsilcisi Adem Özköse, imtiyaz eski sahibi Türker Saltabaş, Yazar Ebubekir Kurban ve Vakit Gazetesi Sorumlu Yazı işleri Müdürü Ahmet Can Karahasanoğlu, İsrail’in yardım gemilerine düzenlediği terör saldırısını Gerçek Hayat’a anlattı. 
 

İşte Ali Ayçil tarafından yapılan Adem Özköse röportajının tam metni…

Adem Özköse: Gemide acayip şeyler oldu…

Dergimizin Ortadoğu muhabiri Adem Özköse ile Mavi Marmara Gemisi’nin yolculuğunu, İsrail’in saldırısını, geminin düşüşünü, orada yaşananları, sorgulamaları ve şehitleri konuştuk…

Sen Şam’da yaşıyorsun. Dergimizin Ortadoğu muhabirliğini yapıyorsun. Özgürlük filosuna katılmak için Şam’dan buraya geldin…

Bu olayı çok tarihi bir olay olarak gördüm. Çok önemli bir şeydi. Daha önce de iki sefer Gazze’de bulunmuştum. Zaten Gazze’de bulunduğunuz zaman hangi meslekten olursanız olun insanın duygusal bir bağı oluyor. Savaşa da şahitlik ettik orada, insanların hangi şartlar altında yaşadıklarını da biliyoruz. Ben bu olay için geldim. Hatta geminin hareket edeceği zaman farklı farklı bildirilmişti. İki ay öncesinden gelip hareket vaktini beklemeye başladık.

Seni Ortadoğu’dan gönderdiğin yazılardan çok iyi tanıyor okurlar ve sen o bölgeyi, orada yaşananları çok iyi biliyorsun. Sadece bilmekle kalmıyor kalben de hissediyorsun. Bunu bazı insanlar kavrayamayabilirler. Bu filoyu niçin tarihi bir hadise olarak görüyorsun?

Bir kere kalplere, yüreklere önem veren bir insanım. İnsan vicdanının, insan kalbinin, duygularının, dünyanın en güçlü silahlarından daha güçlü olduğuna inanıyorum. Az çok hissediyordum bir şeyler gelebilir geminin başına diye. Fakat insanların bunu bilmelerine rağmen böyle bir ihtimali göz önünde bulundurmalarına rağmen her ne pahasına olursa olsun böyle bir gemide olmak istemeleri açıkçası beni çok heyecanlandırdı. Be geminin daha yola çıkmadan bile basında çıktı, dünyaya çok büyük bir mesaj verdiğini Filistin mücadelesi ve özellikle Gazze’deki kuşatmayı kaldırma anlamında çok büyük bir etkisi olacağını baştan itibaren düşünmeye başlamıştım.

Merkezde Gazzeliler, onun bir adım ötesi Filistin bir adım ötesi Arap toplumları ve İslam alemi… Ama Gazzelileri merkeze alarak söylersek insanlar bu gemiden ne kadar haberdardılar ve nasıl bir anlam yüklüyorlardı?

Özellikle son bir ay sürekli Gazze’deki gazeteci arkadaşlarımla, dostlarımla, orada bulunduğum zaman içerisinde dostluk kurduğum insanlarla sürekli konuşurdum, görüşürdüm. Bizde, buradan gemiye binecek insanlarda nasıl büyük bir heyecan vardı inanın o heyecanın çok çok daha fazlası oradaki insanlarda vardı. Zaten Gazeliler bu gemiye Nuh’un gemisi ismini vermişlerdi. Bir Filistinli arkadaş “ Gazze’de anneler çocuklarını gemiyle ilgili ninniler söyleyerek uyutuyorlar” dedi. Bu gemi insanlar için bu kadar büyük kurtuluş anlamı taşıyor. İsrail’de cezaevindeyken Türk konsolosluğundan bir kadın geldi. O kadının gelişi bize o kadar büyük moral oldu ki. ‘En azından bizden haberdar insanlar’ dedik. Gazzeliler de orada aynı bizim İsrail’deki tutukluluğumuz gibi zindandalar. Ve bu onlar için çok anlamlı bir şey. Bugün Gazze’den altı-yedi tane gazeteden aradılar. Akşam televizyona canlı yayına çıkmıştım. En az otuz tane arkadaşım televizyondan numaramı almış hepsi tebrik mesajları atıyorlar. Şu an bütün Gazze Türkiye’yi konuşuyor. Canlı yayınlara katılıyorum, Arapça konuşuyorum; sürekli şu mesajı verdim; yardımlarımızı ulaştıramadık, üzgünüz. Ama bizim sevgimiz, muhabbetimiz, kanlarımız ulaştı size. O mesaj çok etkilemiş oradaki insanları.

Türkiye’deki insanlar çok farkında değillerdi ama Gazze büyük bir hapishaneye dönüşmüş durumda. Bu gemi bir anlamda onların dünyaya açılacakları bir şeye dönüştü, seslerini duyuracakları.

Bu geminin benim için iki tane anlamı var. Birincisi gazeteciyim bu geminin gidişini tarihi bir olay olarak gördüm, bir tarihe şahitlik etmek istedim. İkincisi en az haber değeri kadar beni heyecanlandıran başka bir şey de dergide de yazmıştım; Karaburun Köyü’ndeki Ahmet Salih’in bana emanet ettiği poşeti oradaki o kıza, makinemdan korkan Gazzeli Hena’ya ulaştırmak istiyorum. Hatta çantam geldiği zaman iki şeyi gözüm aradı. Bir görüntüler, bir de o poşet. Şeker poşeti yoktu. Üzüldüm. Onu da gözlerim aradı. Çünkü dört yaşındaki bir yüreğin kardeşine gönderdiği emanetiydi.

Kıbrıs’a kadar problemsiz gittiniz…

Problem yoktu bir de çok güzel bir hava vardı. Aralarında geziyordum. Bir Kayserilinin yemeklerini tadıyorum bir Konyalıların yemeklerini yiyordum.

Yolcuları çok farklı yerlerdendi, evrensel bir hava vardı değil mi?

Tabi, tabi… Bu gemi Anadolu insanının destanıdır. Gemide Müslüman olan bir adam var. Herkes ona bir şeyler yedirmek istiyor. Yeni Müslüman olduğu için. Herkes bir şey öğretmeye çalışıyor kimi imanın şartını, Kur’an okumayı bilmiyor Kur’an öğretmeye çalışıyorlar. İki günde Kur’an’a geçirdiler. Baktım adam eline Kur’an almış okuyor. Adamı kimse bırakmıyor. Bırakın adamı dedim, adam vazgeçecek Müslüman olmaktan. Herkes adama bir jest yapmak istiyor.

Gemide Anadolu’nun değişik şehirlerinden gelenler vardı bir de yeni Müslüman olan bir İngiliz vardı bir de değişik dinler ve ülkelerden de insanlar vardı. Bu insanların da böyle bir yolculuğa katılmış olması… onların tavrı nasıldı yolculuk boyunca…

Çok güzeldi. O kadar güzel dostluklarımız, arkadaşlarımız oldu ki… Birlikte gözaltına alındık, birlikte zulüm gördük. O gemideki herkes gerçekten o çatışma anlarında, o görüntüleri izliyorum; şehitlerin yüzlerini açmışım, şehitleri sevdim teker teker, ellerine baktım. Bir kısmının ağzını filan bağladım. Şimdi bakıyorum. Nasıl yapmışım ben diyorum. İnsanlarda müthiş bir şey vardı.

Yolculuk nasıl başladı, saldırı gerçekleşene kadar neler yaşandı?

Çok eğlenceliydi gemi o olaya kadar. Çok keyifliydi, neşeliydi. Mesela arkadaşlar bir tarafta Kudüs kafe yapmışlar. Arka tarafa Gazze kafe yapmışlar. Marşlar söyleniyordu, sloganlar atılıyordu. Raid Salah geçiyordu önümüze namaz kıldırıyordu. Oturuyordum Araplara Türkiye’yi anlatıyordum, Türkiye’deki İslami hareketi, Türkiye’nin siyasi yapısını. Oturuyorduk Cezayir’i tartışıyorduk. Böyle müthiş bir kaynaşma olmuştu. Komünist çocuklar vardı mesela çok iyi anlaştık.

Topluca namaz kıldığınız bir resim var. Orada bir papaz da sizinle beraber…

Saldırı anında da baktım zaten kimi Kur’an okuyor, kimi İncil okuyor…

Kıbrıs açıklarında bir süre beklediniz. Gemilerden biri arızalandı.

Evet.

O arızalanan gemilerin yolcularını aldınız…

Onları aldık.

Çatışmanın olduğu saate kadar ne kadar bir süre geçti?

Gece 11.00-12.00 gibi yola çıktık. Saat dörtte saldırı başladı.

Buradan da Kıbrıs açıklarıyla İsrail’in ne kadar yakın olduğunu anlıyoruz.

Tabi, tabi…

Ani bir saldırı mı oldu?

Ani bir saldırı oldu. Namaza kalkmıştım. Abdestimi aldım. İlk rekata duruyordum baktım bir hareketlilik başladı.

Tam namaz saati olması da ilginç…

Tabi. Her tarafta direniş olacaktı. Adamlar bunu bilinçli olarak yaptılar.

Size saldırdıkları zaman uluslar arası sulardaydınız. Siz bunun bilincinde miydiniz? Uluslar arası sularda müdahale edeceklerine ihtimal veriyor muydunuz?

Akşam konuşuldu. Gemi görüldüğü söylendi. Normal bir gemidir dedim. Ben açıkçası böyle bir şeye ihtimal vermiyordum. Belki yaklaştığımız zaman…

Niyetiniz neydi? Saldırının bir öncesini sorayım. Uluslar arası sularda seyrediyorsunuz. Niyetiniz Gazze’ye mi ulaşmaktı?

Bu tür ifadeler kullanıldı basında. Bülent abi de söyledi. Ben şunu düşünüyorum. Bu gemi Gazze’ye direkt girmeyecek. Çünkü gerçekten büyük bir risk vardı. Bu gemi Mısır’a gidecekti, orada bekleyecekti. Türkiye, Mısır, İsrail görüşmeye başlayacaktı. Ama İsrail büyük bir hata yaptı. Olayların bu noktaya gelmesinin sebebi de İsrail’in uluslararası sularda saldırması.

Gemide bulunan insanlar bu tür bir provakasyonun peşinde değillerdi. Orada bir kamuoyu oluşturmak, olursa bu yardımları ulaştırmaktı. Siz uluslar arası sularda böyle bir şeyin olacağını beklemiyordunuz. Hazırlıksız mı yakalandınız?

Hazırlıksız yakalanıldı. Sabah namazı vaktiydi. Yolcuların çoğu namazdaydı.

Gemiye bir İsrail saldırısı bekliyor muydunuz?

Şunu düşünüyordum. Direk Gazze’ye girmek gibi bir durum olursa kesin saldıracaklardı. İsrail açıklamalar yaptı çünkü. Hatta nerede tutacağız, o gece bir de kanal 10 televizyonunda operasyonu yönetecek komutanla yapılan röportajı da dinlemiştim. Gemide bir de Filistinli İsrail parlamentosundan bir milletvekili vardı. Onunla sürekli konuşuyordum. İbranice haberleri tercüme ettiriyordum ona. Ama uluslar arası sularda hiç kimse böyle bir şey beklemiyordu. Ani bir saldırı oldu. Benim öngörüm bu gemi Gazze’ye girmeyecekti, Gazze’deki ambargoyu dünyaya duyurmak sonra da Türkiye, Mısır, İsrail görüşmeleri başladıktan sonra Gazze’ye girmek gibi bir düşüncesi olduğunu düşünüyorum.

Siyasi yolla delinecekti yani ambargo delinecekti. Ama gemidekilerin siyasi yolları denemesine fırsat bırakmadılar

Bırakmadılar. Gemide bir yaşında çocuk var. Kadınlar var. İHH’nın yönetimindeki arkadaşlar bu çocuğu ve kadınları riske edemezlerdi. Etmeyeceklerdi.

Bu geminin niyeti hiçbir şekilde böylesi bir şey değildi

Çünkü İsrail’den her şey beklenir. Yola çıktığımız andan itibaren söyledi adamlar. Bu gemi insani yardımdan ziyade dünyaya bir mesaj vardı. Kuşatmayı hatırlatmak, Gazzelilere yalnız değilsiniz mesajını vermek. İnsani yardım en fazla bir hafta yeter Gazzelilere.

Saldırı sabah namazı sırasında başladı. Ne yaptınız?

Rıdvan Kaya “Adem namaza kalk” dedi. Ben namaza kalktım. Abdest aldım, namaza durdum. Tekbir aldığım sırada bir koşuşturma başladı. O ara bir ses duydum. Biri bağırdı; ‘Arkadaşlar İsrailliler saldırıyor’ diye. Bunun üzerine namazı bozdum. Geminin en riskli yanı arka tarafla, üst kattı. Hemen o arka tarafa gittim. Orası denize en yakın yer. Korsanlar falan gemilere oradan saldırırlar. Oraya gittim kapıyı bir açtım baktım her tarafta gaz var. Bomba atmışlar. Bombalama devam ediyordu. Bir taraftan da arkadaşlarımız direniyorlardı İsrailli askerleri gemiye almamak için. Suya en yakın yer olduğu için kancayı taktığınızda hemen gemiye çıkabiliyorsunuz. Arka tarafta bunu denediler. Bunda başarılı olamadılar. Orası düşmedi.

Görüntülerde su sıkıldığını…

İsrail propaganda yapmaya çalışıyor ama şöyle bir şey var. Türk basınında da eleştirenler var. Şurada biri sana silah doğrultsa insani bir refleks olarak kendini korumak için elindeki şeyi ona atarsın. Orada bir de maskeli, simsiyah adamlar geldi, ne oldukları belli değil. Adamlar saldırıya geçtiler birdenbire. Bu insanlar da elinde şişedir, sandalyedir bunlarla kendilerini savunmaları çok insani bir refleks. Geminin arka tarafında baya kaldım. Oradan çıkamadılar. Daha sonra ilk indirmeyi yapan İsrail askerlerinin alındığını söylediler. Aşağıda boya bombası falan atıldı. Sürekli gaz bombası falan atıyorlardı. Ondan sonra öbür tarafa koştum hemen. İsrailli askerler alınmışlardı. İnsanlar tabi bir hassasiyet gösterdiler. Silahlı İsrail askerleri ortalarına indi. Düşünün dünyanın en iyi yetişmiş komandoları bunlar.

Ahmet Can Karahasanoğlu: Şuna dikkat etmeli ama. İsrail çok akıllı davrandı. O üç adamı resmen linç edelim, öldürelim diye aramıza indirdi helikopterden. Adamlar indikten sonra ateş kısmen kesildi.

Çevreye doğru ayaklarımıza doğru ateş ettiler. Sırf o askerleri içeri kaçıracak vaktimiz olsun diye. Öldürelim diye onlar esir verdiler resmen askerleri. Sonra da bütün gemiyi tarayacaklardı bu fırsatla. Bunu yapmaktı amaçları.

Ben sorguda bunu da konuştum.

Esir aldınız.

Şu var bak burada. Ben sana bir kaç enstantane anlatayım. Askerler alındı esir olarak. Orada Mahmut Hoca Efendi'nin cemaatinden bir amca gördüm. Sarıklı, cübbeli falan. Baktım ki esir askerlerden birinin yüzünü okşuyor, Kur'an okuyor. "Amca sen ne yapıyorsun?" dedim.
"Çocuk korkmuş, ondan okuyorum" dedi. Başka bir arkadaş "Su verelim" dedi. Su verdik ardından. Başka bir arkadaş sakinleşmeleri için baya çaba sarfetti. Ben sorgularda bunu uzun uzun konuştum. "Siz bizim teslim olan arkadaşlarımızı vurdunuz. Oysaki bizimkiler işte böyle davrandı, aramızdaki fark bu" dedim. Bakın insanlar orada o askerleri öldürebilirlerdi. Çünkü daha az önce yanı başlarında arkadaşlarını öldürmüştü bunlar. Ama herkes soğuk kanlı davrandı. Mesela Furkan, Gerçek Hayat okuruydu üstelik. Bir gece öncesinde bana gelip, "Ağabey, ben senin röportajlarını çok beğenerek okuyorum. Hep tanışmak istemiştim. Bu gemide olacakmış demek bu tanışma." dedi. Bir gece önce bu konuşmalar geçti aramızda. Beraber oturup çay içtik, börek yedik. Sonra o çocuğun öldüğünü görüyorsunuz. İnsanlar buna rağmen soğukkanlı davrandı. Askerleri geri verirken bile yapacaklarını yaptılar. Endenozyalı bir doktor ağabey vardı aramızda. O götürdü askerleri geri vermek için kapıya. Son askeri verirken o doktoru kolundan vurdu. Düşünün o adam elçi oluyor aranızda. Doktor olduğu için askerleri teslim ediyor onlara. Ve onu bile vuruyorlar. Düşünün onların yaptıklarını. Psikolojik rahatsız bu adamlar.

İsrail askerleri, arkadaşları esir düşünce durdular mı peki?
Ateşe devam ettiler. Yoğun şekilde yaralılar gelmeye başladı yukarıdan. Biliyorsunuz bu meselelerde on saniye dahi önemlidir. Ağır yaralılarımız olduğu için hemen biz esirleri geri vermeyi teklif edip, yardım istedik. Bundan dolayı teslim olduk zaten.

Saldırı anıyla teslim olduğunuz vakit arasında ne kadar zaman geçti?

Çok fazla değil. Yarım saat belki kırk beş dakika.

Bağlantıyı nasıl kurdunuz?

İsrailli milletvekili vardı, kadın. O gitti ilk önce onlarla konuşmaya. Bir beyaz gömlek çıkarttı ve "Ben milletvekiliyim" dedi. Silah doğrulttular ve "Geri dön, git" dediler. Ağır yaralıların olduğunu bildikleri halde bizi yarım saat beklettiler. O vekil kadıncağız kaç kez gidip döndü yanlarından. Biz de anons yaptık arkadaşlarla tüm gemiye, "Ağır yaralılarımız var, teslim olun. Direnişi bırakın. Bülent Yıldırım'ın talimatı var" dedik.

Karmaşa oldu mu bu arada?

Oldu tabi ama herkes Bülent abinin talimatlarına uydu.

Sen bu arada bir taraftan mücadele ettin, bir taraftan yaralılarla ilgilendin, bir taraftan da fotoğraf çektin.

Hayatınız boyunca biriktirdiğiniz duygular yönlendiriyor böyle anlarda sizi. Mesela şehit olan arkadaşlarımızı görünce aklıma Kur'an okumak geldi. Yaralıları görünce yardım ettim elimden geldiğince. Çatışma devam ederken de birden elim cebime gitti. O an cebimde fotoğraf makinam olduğunu farkettim. Hemen ardından Türker abiyi ( Saltabaş) gördüm. "Abi bir tut makinayı, anons geçeyim" dedim. O da sağolsun tuttu makinayı. Geçtim anonsu. Orada da gazetecilik refleksi harekete geçti.

Bu görüntüler de hem Türk hem de yabancı pek çok televizyonda dönüyor ekrana geldi. Pek çoğu da merak ediyor, " Adem bunu nasıl çekti?" diye.

Evet. Bu makinanın ilginç de bir hikayesi var. Filistinli gazeteci Eymen Halid yola çıkmadan önce bana hediye etti bu makinayı. Dedi ki "Adem istersen bu makina senin olsun, istersen de oraya gidebilirsen Gazzeli bir gazeteciye hediye et bunu." Gazze’ye böyle makinalar falan girmiyor çünkü. Bunun üzerine makinayı alıp, cebime atmıştım. O ana dek makinanın özelliklerine falan da bakmadım hiç. O ilk an makineyi elime alıp kurcaladım ve buldum nasıl çekeceğimi. Çektik ardından da. Şehitler gelmeye başladı. İnsanlar da şehitlerin üzerine Türk bayrağı ve Filistin bayrağı koydu. Bunun simgesel önemi çok büyük. Sonra Çiğdem abla var, şehit olan Dünya Tekvando Şampiyonu Çetin abinin hanımı. Çiğdem abla eşini gördü, ben de "Abla eşin şehit oldu" dedim. Baktı bana ve "Asla ağlamayacağım Adem” dedi ve ağlamadı. “Tek bir şeye üzülüyorum, biz birlikte şehit olacaktık. O gitti ben kaldım" dedi. Başka bir olay daha anlatayım hemen, görüntülerde de var bu. Ürdünlü bir amcamız vardı gemide oğlu ile beraber. Şehitlerden birisi -ki İzmirli Cengiz Ağabey olsa gerek- çok benziyordu Ürdünlü amcanın oğluna. Amcaya da birisi Cengiz abiyi görüp "Oğlun şehit oldu" dedi. Bunun üzerine amca "Elhamdülillah, elhamdülillah. Oğlum Filistin'e hediyedir." dedi. Üç - dört dakika oğlunu kaybetmenin duygusunu yaşadı. Sonra bir arkadaş gelip, "Amca bu senin oğlun değil, bu Türk" dedi.
İnsanları görmenizi isterdim. Kanlarıyla, kalpleriyle, vicdanlarıyla bir destan yazdılar orada. Dünyanın en güçlü ordusu üzerinize kurşun yağdırıyor, diğer tarafta da tek silahları kalpleri olan insanlar var. Ben o görüntülere şahit olunca ağlamamak için zor tuttum kendimi. Olay bitmişti yani. İsrailde sorgudayken karşılaştığım Filistinli milletvekili “Siz Türkler, Filistinlilerden daha Filistinliymişsiniz" dedi. İnsanlar Gazzeli çocuklar aç kalmasın diye kendilerini feda ettiler. Tarih yazdılar, çok büyük bir olaya şahitlik ettiler. Teslim olan birinin kafasına doğru ateş açtıklarını gördüm. Furkan olabilir bu. Vahşetti bu.

Görüntülere dönecek olursak yeniden…

Evet, çektim böylece görüntüleri. Tabi bu arada İsrail askerleri camdan silah tutuyorlar ama bir şey de yapmıyorlar. Anladım beni farkettiklerini. “Arayacaklar beni” dedim. Görüntüleri saklayacak yer aradım. Çantada küçük bir araya kartı sakladım. Makineyi da öylece koydum çantaya. Gemiden çıkartırlarken beni hemen kenara ayırdılar. Fotoğrafımı çektiler. "Görüntüler nerede?" dediler. İtişme oldu aramızda. Yine o görüntülerden dolayı sanırım herkesin ellerini önden bağladılar benimkini arkadan. Çok da sıkı bağladılar. Gerçekten çok canımız yandı.

Sorguda sordular mı görüntüleri?

Tabi. Üzerimi çok ayrıntılı aradılar. Bulamayınca çok da uzatmadılar.

Sonuçta bu kartı sakladın ve gemiden dışarı çıkan en önemli belge bu görüntüler oldu.

Şu an tüm dünya bu görüntüleri kullanıyor. Fransa, İtalya, Çin sadece benim duyduklarım. Yani bu anlamda Gerçek Hayat burada en önemli işi yaptı. Bu görüntüler Gerçek Hayat'ın muhabirinin elinden çıkmış oldu.

Bir taraftan içeride şehitler var, yaralılar geliyor. Askerler verildikten sonra ateş devam etti. Herkes içeri girdi. Sizi içerde ne kadar beklettiler?

Çok beklettiler. Bizim Süleyman Abi var. Uğur Süleyman Sönmez. Çok ağır yaralıydı. Biz onun başında Sinan abiyle (Albayrak) çok bekledik. Süleyman abi için korkuyoruz mesela hâlâ hayati tehlikesi var. Allah korusun tabi. Ancak o kadar çok beklettilerki bizi. Biraz daha erken verebilseydik yaralılarımızı Süleyman abinin durumu bu kadar ağır olmazdı. Özellikle beklettiler bizi. Yaralıları kurtarmaktı oysaki bizim tüm amacımız. Hepimizi teslim olduktan sonra yukarı çıkarttılar. Ellerimizi bağladılar. Üç- beş tane helikopter devamlı rüzgâr yapıyor . Denizden yüzümüze su sıçratıyor helikopterler. O helikopterler üzerimizdeyken limana dek öyle yolculuk yaptık. Bazı kadınların ellerini çözmüşler ama bizim kattaki tüm kadınların elleri bağlıydı. Limana geldik. İsrail vatandaşları da burada çok komik görüntüler verdi. Sanki zafer elde etmiş İsrail ordusu gibi, ellerinde bayraklar, bize garip hareketler yapıyorlar. Bu ayıptır yani. Bunun da görüntüleri var. Bir yaşındaki o çocuğu dahi esir aldılar. Makinist arkadaşımızın oğlunu. Makinist arkadaşın eşi “Bende geleceğim” demiş. İnanın Bülent abilerin falan haberi yokmuş. Kadıncağız ısrar etmiş “Geleceğim, beraber yolculuk yapalım” diye. Biz gemiden çocuk çıkınca şaşırdık. Zaten o kadıncağız da acayip yiğitti. Bülent abiye gelip "Helal olsun sana. Allah razı olsun" diyordu. Saldırı anında herkesi sakinleştirmeye çalıştı, erkek gibi kadındı maşallah. İsrail askerlerine küfür ediyor bir yandan. İnanın bu ablamız açıktı mesela, hiç bir siyasi yakınlığı da yoktu belki. Tüm mürettebat destan yazdı kaptan başta olmak üzere. Bu milletin destanı oldu bu. İHH ile falan alakası olan insanlar değil bu insanlar.

Belki daha sonra başka bir gemide çalışacak olan insanlar.

Aynen öyle. İşlerini yaptılar. Geminin mürettabatı, kaptan hepsi bizimle alakaları olmamasına rağmen bize " Sabredin arkadaşlar, sakin olun" diye moral verdiler. Bir yandan tabi İsrail askerlerine küfrediyorlar falan. Görmeniz lazımdı o mürettebattaki azmi. Mesela kaptanımız havalimanında "Ben gemimi almadan gitmem" dedi." O gemi benim namusum" diyor. "Ben gitmem uçakla, burada on sene cezaevinde kalırım daha iyi. Gemimi almadan hayatta gitmem" dedi. İnanın zor ikna ettik. Herkes bindi bir kaptan kaldı dışarıda.En büyük zulüm gemideydi. Saatlerce o sıcakta, bir yandan üşüyoruz, güneş vuruyor, yerlerde insanlar, yaralılarımız var. Limanda da yanımıza köpeklerle geldiler.

Birbirini gemide tanıyan, farklı milletlerden ve dinlerden insanlar vardı burada. Ve bu insanlar profesyonel bir ordunun baskınına maruz kaldı. Bunların içinde çocuklar ve kadınlar da var. Bu süre içinde bu insanlar pişmanlık veya korku yaşadılar mı?

Kaptan, mürettebat herkes birbirine moral vermeye çalıştı. İsrail askerleri arkalarını dönünce zafer işareti yapıyorduk birbirimize moral amaçlı. En ufak bir korku, pişmanlık yaşanmadı. Olabilirdi de aslında, insanız nihayetinde. Ama olmadı, hiç bir arkadaşımız böyle bir şey yaşamadı.

Mürettebattan bir çocuk geldi, bu işlerle alakası yoktu. Bildiğin Anadolu insani, senin de dediğin gibi. Korktun mu dedi spiker. Karadenizli bir çocuktu. " Biz korkmadık, onlar bizden korktu" dedi.

Askeri aldık ya. Üzerinde bir şey var mı diye üstünü çıkar dedim bir baktım altına işemiş asker. Mahmut efendinin o adamı sakinleştirmeye falan çalışıyor. Yahudi, komando ama onlar da gencecik askerler nihayetinde. Orada ilahi şeylerin olduğuna inanıyorum. Kurşun yağıyor üzerimize hiç korku yok. Cesetlerden insan korkar normalde. Hepsini sevdim, ağızlarını bağladım, ellerine baktım hepsi tevhid işareti yapar halde. Onu gördüğüm zaman… O kadının kocası daha yeni şehit olmuş nasıl metanet gösteriyor. Asıl destan budur. İnsanlar Mavi Marmara’yı, Filistin’i, Gazze’yi o kadar içselleştirmişler ki, o kadar kendilerinden görmüşler ki onun için korkmadılar bu insanlar.

Limanda sizi askerler ve köpekler bekliyor. Köpeklerden bırakılmış da sanırım…

Tercümanlık yapan çocuğu köpek ısırdı, diş izlerini gördüm. Amerika’da yaşıyormuş, İbranice biliyordu.

Sizi yaklaşık 7-8 saat beklettiler gemide, üzerinizde bir helikopter…

O çok büyük bir zulümdü. Aşağı indirdiler kapalı bir mekanda istiflediler bizi. Konuştuğumuz zaman hemen bize silah doğrultuyorlar. Ben o ara uğraştım kelepçeyi çıkardım. Bir yarım saat falan göstermedim kelepçeyi çıkardığımı. Arapça bilenler olduğu için baktım insanların durumu çok kötü. Namaz kılmak istediğimizi söyledik. Ben Arapça bilenlerle konuşmaya başladım. Bira ortamı yumuşatalım istedik. Çünkü yaralılar falan var su istiyorlar. Ben bizim kattakilere su dağıttım. Çikolata falan getirttim, dağıttım. 1-1,5 saat böyle şeylerle geçti. Tuvalete gidecekler olunca söylüyordum. Askerlerin önünde ayakta bekliyordum sürekli. Bir elçilik rolü gibi, tabi dilin de etkisi var. Arapça bilen askerler de olduğu için aralarında. İnsanlara baktım, yorulmuşlardı, ama bir mutluluk şeyi de yakaladım insanların gözünde. Haklı olmak böyle bir şeymiş. Haklılık duygusu insanı bir şekilde motive ediyor. Bu millette fedakarlık var. Osmanlı’ya kadar gidersek buraları kendi vatanı olarak görüyor bu insanlar. Bu duygu bu insanlara bu tip şeyler yaptırabiliyor.

Tüm bunlar olurken yabancı gönüllülerin tepkisi nasıldı?

Harikaydı. Orada hepimiz bir aile olduk, kardeş gibi. Herkes birbirine yardımcı olmaya çalışıyor, moral veriyor. Bir kişi bile “ne oluyor” demedi. İsrail askerleri indirme yapınca özellikle kartel gazetecileri hemen ellerini başının üzerine koymuş 3-4 saat beklemişler. 5 dakika yerde sürüne sürüne girdim basın odasına, herkes öyle. “Sen ne yapıyorsun başımızı belaya mı sokacaksın?” falan diyorlar. Bakıyorum ne oluyor, arkadaşlar ne yapıyor falan. Basın odasında elleri yukarıda İsrail askerlerine teslim olmayı bekliyorlar. Taraf’ın muhabiri yiğit bir kızdı. “Sakın korkma” dedim, “Korkmuyorum” dedi. O kız aşağıda bizimle birlikteydi. Bir tane gazetecinin gücüne gitmiş, gazetecileri korkaklıkla suçlamış. Millet orada aşağıda boğuşuyor falan, “gücüme gitti “dedi adam. Hatta askerlere laf falan atmış, onun da elini kelepçelediler.

Gazeteciler karışmadılar o zaman?

Hayır. Kesinlikle çok ayıp ediyorlar. Olayı abartıyorlar. Gazetecileri ayırdılar. Benim üstümde kart düşmüş. Bir de ben arkadaşların yanında kalmak istedim. Yaralılar falan var, hatta bana çok teşekkür etti arkadaşlar. O zaman İsrailliler gazeteciler ayrılsın dedi, ben ayrılmadım.

Gazetecileri ayrı bir yere koydular ve onlara bütün bu eziyetler çektirilmedi.

Çektirilmedi. Milletin çektiği eziyetin onda birini çekmedi gazeteciler, abartıyorlar. Görmediler olayları. Elleri yukarıdaydı, kimse bana kızmasın; olayın gerçek fotoğrafı bu. Cevdet çıkmıştı fotoğraf çekmeye. Flaştan, onu vurdular. Rahmetli. Aynı şeyi ben Lübnan’da da görmüştüm. Lübnan’da ne İsrail uçağı var ne bir şey. Adam kameramanıyla koşuyor “İşte İsrail uçağı üstümüzde” diye anlatıyor. Kaç gündür bakıyorum, gazetecilerin beyanatlarına. Bir gazeteci yalan söyleyip ucuz kahramanlıklarla meşhur olmaya çalışmamalı. Ahlaki görmüyorum. Görüntüleri bir gazetecilik heyecanıyla dağıtmadım, sürekli anlatıyorum. Bir ders vermeye çalıştım aslında.

Orada, limanda bizi beklettiler. Orası çok azap doluydu gerçekten. Aşağıda beklettiler bizi.

Gemide 7-8 saat azap dolu yolculuktan sonra limana getirdiler.

Evet. Başımızda köpekler vardı. Çok uzun süre bekledik, çok azap doluydu. Herkes çok yorgundu. Ben “arkadaşlara su vereceğim” dedim. Silahlı biri aldı beni kafeye götürdü. Deniz suyu doldurdum. Kafanda silahla bekliyor, adama bir şey diyemiyorsun. “Bunu nasıl dağıtacağım, deniz suyu” dedim. “Dağıt” dedi. Sonra suları aldık, dağıtmaya başladık. Sonra teker teker sorguya alınmaya başladık. İlk tepkim şu oldu: “Ben gazeteciyim. Gerçek Hayat dergisinin Ortadoğu muhabiriyim. İsrail’i bir devlet olarak tanımıyorum, İsrail benim gözümde terörist bir örgüttür. Şu yapılan muamele bir devletin asla yapamayacağı bir uygulamadır. Ancak Türkiye’de PKK gibi terör örgütleri bu tür operasyonlar yapar. Ben İsrail devletini tanımıyorum, ne yaparsanız yapın” dedim.

İlk sorgular böyle mi başladı? Gemiden indirdiler, parça parça sorguya mı aldılar insanları?


Herkesi birkaç dakika sorguya aldılar. Benim bacanak “Adem, senin ismini gördüm listede. Önünde İbranice bir sürü notlar vardı” dedi. Beni uyardı. Kontrollü bir gerginlik oldu aramızda. Netice itibariyle arkadaşlarımızı öldürmüşler. Hiç sesimizi de çıkarmayabilirdik., Çocuğumun ismini sordular. “Oğlumun ismi Ahmet Yasin” dedim. Asıl facia o zaman koptu zaten. Yanımdaki eleman her götürdüğü yerde “Oğlunun ismi Ahmet Yasin’miş” dedi. Aramızda sürekli bir gerginlik var tabi. Doktora götürdüler. “Yanımda asker oldukça seninle konuşmayacağım” dedim. Çıkmadı tabi. Doktor “Biz bir şey yapamayız” dedi. Hiçbir yere imza atmadım. Sürekli şunu tekrarladım “Sizi bir devlet olarak tanımıyorum. Siz bir terör örgütüsünüz, terör yapılanmasısınız. Biz şu an bir terör örgütünün elindeyiz, kaçırıldık.” Üçüncü yerde kısa bir sorgu oldu. Askerle bayağı bir bağrıştık. İtti beni. “Sen bana böyle davranamazsın, ben gazeteciyim” dedim. Bana “Niye bu kadar öfkelisin?” diye sordular. “Benim öfkeli olmamam anormal bir şey olur. Arkadaşlarımızı öldürdünüz” dedim. Ondan sonra “Gazze’ye niye gittin?” dediler. “Sizin öldürdüğünüz insanlar var, onların çocuklarına yardım etmek için. Ben bir gazeteciyim. Ortadoğu üzerine, Filistin üzerine yazıyorum” diye cevap verdim. Daha önce İHH ile gittiğimizi öğrenmişler. Ayrılırken bana elini uzattı, iyi polis görüntüsü vermek için. Ben elini sıkmayacağımı söyledim. “Siz katilsiniz” dedim. Ondan sonra biz ring arabasına aldılar. Elim yine bağlı. O zaman arkadaşların ellerini açmışlar. Bülent Yıldırım vardı, Cihat, benim bacanak, bir de bir 10-15 tane arkadaş bir ring arabasına koydular bizi. Ondan sonra cezaevi süreci başladı. Baktım arkadaşların keyfi yerinde. Resmen dalga geçtik. “Arkadaşlar” dedim, “Bu iyi bir fırsat, Filistin’in kokusunu koklayın. Filistin’e bakın”. Tam muhabbetti. Bülent abi falan konuştuk; “5-6 sene buradayız hayırlı uğurlu olsun.” diye. Nereye gittiğimizi bilmiyoruz.

Belli bir süreçten sonra gemiyle bağlantı koptu ve elçilik görevlisi gelinceye kadar sizin hiçbir şeyden haberiniz olmadı. Bülent Yıldırım ve sen hapishaneye giderken 5-6 yıl buradayız dediniz.

Dedik abi. Hatta espri yaptık, “Esaretin tadını çıkaralım” dedik. Bir yandan da kadınları merak ediyoruz. Başlarına bir şey gelir diye korkuyorsun tabi. Onları da almışlar, gördük. Hüzün oluşturdu, bilmiyorsun ne yapılacak onlara diye.

Kaç kadın vardı gönüllüler arasında?

50 civarında. Ring arabasında giderken herkesin bir hikayesi vardı. Anlatıyoruz, gülüşüyoruz. “Ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım” diye. Adam diyor ki “Ben hiç kameradan anlamam gittim kamerayı kaptım çektim.” Kameramanı vurmuşlar, o gitmiş kapmış kamerayı, hiç alakası ama çekim yapmış. O görüntüler canlı yayının sürmesini sağlamış, çekmiş insanları.

İsrail karartma uygulamış ama geminin teknik ekibi bu karartmayı delmiş doğru mu?

Evet. Ama herşey de çıkmamış. Geminin güvenlik kameraları vardı. Ben Türker abiyle beraber sürekli notlar yazdım ve kameraya doğru tuttum. Dört tane şehit var, kimler kimler öldü, ne oluyor şu an, yaralılarımız, acil yaralılarımız var, bir an önce müdahale edin falan diye. Yazıları Türker Abi yazıyordu, ben çıkıp gösteriyordum onları sürekli kameralara. Bir takım çalışması oluştu orada.

Bu gemiden görüntüler internet aracılığıyla sürekli iletiliyordu

Evet ama onlar çıkmamış, karartmışlar onları biz de sürekli veriliyor sanmıştık. Cezaevine gittik. Hücrede Bülent Yıldırım, İstanbul şube başkanı Cihat Gökdemir, bir de benim bacanak Adil Tuna. 4 kişilik bir hücreye alındık. Bize hatta tek tip kıyafet verdiler. Ben o kıyafetlerle geldim Türkiye’ye. Kıyafetlerimi geri vermediler.

Saat kaçtı? Günün hangi vaktiydi?

Akşama doğru.

Herkesi birbirinden ayırdılar mı hemen?

30’ar 40’ar kişilik gruplara ayırdılar. İnsanları 3’er 4’er kişilik hücrelere koydular ama birbirimizle konuşabiliyorduk. Gardiyanlara taleplerimizi söyledim. “Birincisi hücrelere sadece uyumak için gireceğiz.” Büyük bir alan vardı “Burada kalacağız” dedim. “Namazlarımızı burada kılacağız, ezanlarımızı okuyacağız.” Kafamda 5-6 sene düşüncesi var ya baştan tavrımızı koyalım nasıl başlarsa öyle gider diye düşündüm. “Olmaz” dediler. Hatta TV de istedim. Adamlar önce kabul etmediler. Ama biz bastırdık. “Germeyin ortamı, problem istemiyoruz, bunları istiyoruz.” dedim. “Namaz kılmak için bize battaniye getireceksiniz Toplu namaz kılmak için” dedim. Gardiyan müdürle falan konuştu, kabul etti. TV dışında her şeyi kabul ettirdik. Bir arada olmamız, sürekli konuşmamız rahatlattı bizi. Ondan sonra Bülent Yıldırım’ı aldılar, sorgu başladı. Çok uzun sorguladılar onu. Ama biz görüyoruz onu karşıda camlı bir yer var.

Bazı isimleri daha uzun sorguladılar?

Tabi tabi. Ben, Bülent Yıldırım ve Hüseyin Oruç sorguda çok kaldık. Üçümüz özellikle uzun sorgulandık. Bülent abiyi aldılar, konuşmaya başladılar. Ben baktım sorgulayanlar masonlar değil de Bülent abiydi sanki. Mimiklerinden, el hareketlerinden onu fark ediyorduk. Sonra gece saat 12 gibi beni hücreden aldılar. Okumaya başladım. Teslim aldıkları görüntüleri gördüğüm için “Benim de kesin kafama sıkacaklar” şimdi dedim. Oradan oraya götürüyorlar beni. Bir adam alıyor, öbürüne teslim ediyor. Kesin infaz edecekler dedim.

Götürürken bir yandan da psikolojik işkence yapıyorlar.

Ondan sonra beni başka bir hücreye aldılar. Hücrede hiçbir şey yok. Kapıya vurdum, “Yastıksız uyuyamam, bana yastık getirin” dedim. Yastık getirmediler. Tek kişilik hücreydi. Tuvaleti çalışmıyordu. Ranzanın yukarısındaki yatağı, çarşaf, yastık yaptım yattım. Osman Atalay vardı yan tarafta. Geç yattım gece 4-5 gibi kapı vuruldu.3-4 tane adam “Adem Özköse” diye bağırıyorlar. Bunlar aldılar beni. Asıl sorgu fasılları ondan sonra başladı. Genç bir kız vardı. Ona “Türkçen berbat, nasıl tercümanlık için aldılar seni” dedim. Acayip morali bozuldu. Aslında Türkçesi fena değildi ama moralini bozmak için yaptım. Sorguya başladılar. Oradaki biriyle Arapça konuştum, kızı hep aşağıladım. Ona, “Biz seninle konuşalım, kıza gerek yok” dedim. Kız da onunla tartıştı “Beni tercüman olarak kullanmayacaksanız niye getirdiniz” dedi. Morali bozulmuştu. Adama “Bizde bir adam zekiyse Yahudi derler. Bir de bir adam kötüyse kalbin Yahudi mahallesi gibi derler. Sizin Theodor Hertz gibi liderleriniz zeki adamlardı. Ama şu an –Başbakanı kastettim- Yahudilerden daha Yahudi olan, yani zeki olan- bir adamla mücadele ediyorsunuz” dedim. “Bu adam satrancı çok güzel oynuyor ve siz hep kaybediyorsunuz” dedim.

Şurayı baştan alalım. Gece saat 4’e doğru seni aldılar. Hiçbir gerekçe sunmadılar mı?

Önce görüntüleri sordular. Sonra “Direniş emrini sen verdin, elimizde görüntülerin var” dediler. “Kimden aldın emri” diye sordular. Bülent Yıldırım’ı kötülediler. “O sizi sattı” dediler. Bir de Hüseyin Oruç. Arapça sorgulamışlar onu. Bana ilk önce teknik sorular yönelttiler. Mesela “Direnişi önceden tasarladınız mı?” Ben de hep “Ben gazeteciyim, olaylar için geldim, direnişle ilgim yok” dedim. Bir- bir buçuk saat bu meseleler üzerine konuştuk. Zaman zaman gerginleşti ortam. Sonra Arpça konuşan bir ajan girdi, bana “Sen hayvansın” dedi. Beni Arap sandı. Ben de ona ”Hayvan sensin” dedim. Öbür adamlarla bir şekilde konuşuyorduk. 2 saatten sonra siyasi tahliller yapmaya başladık. O bana “Hayvan” deyince ben de “Sensin hayvan, ben bir gazeteciyim, böyle bir şeye hakkın yok ” dedim. Bu beni Arap zannetmiş. “Biz insanlarla iki şekilde konuşuruz” dedi: “Bir iyilikle, bir de zor kullanarak. Seni işkenceye alacağız” dedi. “Alın” dedim. 10 dakika sonra içeriye 2-3 tane iriyarı adam girdi. Biri uzak duruyor, diğeri yakın, beni korkutmak için. Beni tehdit eden adam ve diğerleri dışarı çıktı. Bunlar kendi aralarında 10-15 dakika konuştular. Sonra normal konuştuğumuz adam “Seni Arap zannetmiş o yüzden hayvan demiş, kusura bakma” dedi. Orada şunu düşündüm ”Biz iki günde bunları yaşadık, Filistinlilere bunlar neler yaşatıyorlar?” Ben bir de muziplik yapıyorum “Bana kahve getirin, çay getirin yoksa konuşmam” diyorum. Kahvemi yaptırdım, çayımı yaptırdım, yemek bile söylettim kendime. 3-4 çeşit sandviç istedim mesela. Biraz şenlik yaptım yani. Görüntülerde insanlar genelde oturuyor, ben ayaktayım. Bir o tarafa bir bu tarafa gidiyorum, ‘sakin olun’ diyorum. Bu adamların dikkatini çekmiş. Belki işi organize ettiğimi düşündüler ya da biz İsrail ile ilgili yazılar yazıyoruz belki onu takip ettiler. Tam bilmiyorum, niye beni seçtiler. Bülent abi başından beri tavır almamdan onların çok rahatsız olduklarını, ondan dolayı benim üzerime çok geldiklerini söyledi. İlk sorgudan sonra başka bir hücreye aldılar beni. Sonra yine sorguya aldılar. Ama şunu fark ettim artık benimle bir gazeteci gibi konuşmaya başladılar. Mesela Başbakanı sordular, Başbakanla ilgili konuştuk. Ben “Başbakan Erbakan’ın öğrencisidir” dedim. Komik bir şey oldu. Biz onu tanımıyoruz dediler. O ona soruyor, o ona. “Onu tanımıyor musunuz?” dedim. “Hayır” dediler. Ben de o zaman “İstihbaratçı olarak sizi ciddiye almıyorum, siz kötü istihbaratçılarsınız” dedim. “Nasıl Erbakan’ı tanımazsınız?” sonra bir tanesi “A, ben hatırladım” dedi ama, belli ki numara yapıyor. Bu adamlar Başbakan ne yapmaya çalışıyor diye anlamaya uğraşıyorlar. Benden bunu öğrenmeye çalışıyorlar. Ben de “İsrail sayesinde Başbakan İslam dünyasının lideri. Bunu siz sağlıyorsunuz, yaptığınız hatalar buna yol açıyor” dedim. 1-1,5 saat sadece Başbakan hakkında konuştuk. İHH’nın hakkında “Bu parayı nereden buldu İHH?” “Bu organizasyonun arkasında kim var?” “Başbakan mı? Gemileri o mu aldı?” gibi sorular sordular. Ben de “Başbakan’ın sizden nefret ettiğine inanıyorum. Çünkü bu adam bir gelenekten gelme. İslâmî Hareket’in içinden geliyor ve anti-siyonist olarak bilindiler. Bu adam Erbakan’ın öğrencisi, onun iki konuşmasından biri siyonizmle ilgilidir. Sizden çok çok daha zeki. Onun için sürekli yeniliyorsunuz, hata yapıyorsunuz” dedim. Gerçek Hayat hakkında konuştuk. Nasıl bir dergi diye. Bizim derginin ilk kapağı “Filistin’de şafak sökecek”, bu kadar Filistin taraftarı bir dergi dedim. Neden? Kim veriyor maddi desteğini falan gibi sorular sordular. 2,5-3 saat falan sorgu devam etti. Bir de süreci hissediyorum, neler olduğunu anlamaya başladım. Ondan sonra bizi ring arabalarına bindirdiler. Onlarla gittik havaalanına. Benim elbiseler falan kaldı başka hücrelerde.

Havaalanına gidinceye kadar sorguda mı kaldın?

Tabi tabi. Hep sorguyla geçti zaten. Sonra elçilikten geldiler. Dilek Hanım gece geldi.

Herkesle görüştüler mi?

Tabi. Kadının cep telefonunu da almışlar, yasak bu. Elçi beyle de görüştüm daha sonra “Biz telaşlandık” dedi. Baştan sona suç yani. Bir elçilik görevlisinin cep telefonun alamazsın. Kadın kim yaşıyor, kim yaşamıyor bildirecek. Kadın geldi, bize müthiş bir moral oldu. “Sahipsiz değiliz, bize sahip çıkan insanlar var.” dedik.

Ne konuşmalar geçti aranızda?

Biz tabi dışarıda ne oluyor diye merak ediyoruz. Hemen onu sorudum; millet biz kızıyor mu, ne diyor? “Bütün dünya ayağa kalkmış şu anda. Sabredin.” dedi, moral verdi. “Herkes ilgileniyor, devlet olarak her türlü imkân seferber edilecek, merak etmeyin” dedi. Başbakanın, Davutoğlu’nun konuşmasını, birkaç ifadesini söyledi. Tabi çok moral oldu bize. Bir devletinin olması, bir ülkenin vatandaşı olma duygusunu yaşıyorsun, sahipsiz olmadığını hissediyorsun. Aramızda belki hükümete çok muhalif kimseler de vardı. Ama orada herkes bir devlet sahibi olma duygusunu yaşadı.

Dilek hanım sizinle görüştü…

Ben hep sorgudayım. 4-5 saat onlarla kaldım gece yattıktan sonra bir daha arkadaşları göremedim. Tek kişilik hücreye attılar beni. Ondan sonra sürekli sorgu faslı. Bir grup geliyor, bir grup gidiyor. Daha sonra ring arabasına bindik. Arabayı kullanan sarışın bir bayan asker. Disko müziği açtı. Aramızda cam gibi bir şey var. Yanımızda zenci bir Yahudi var. Bir yandan araba kullanıyor, bir yandan da dans ediyor kadın. Yanımızdaki Yunan “Hey Maykıl Ceksın” diye bağırdı ona dalga geçmek için. Kadın dans edip bizimle dalga geçiyor. Ben de ona tükürdüm. Arada cam var, camın önünde de teller. Havalandırmayı kapatıyor sonra da gülüyor. Yanımdaki zenci Türkçe biliyor. Kadın “Eşek, eşşoğlueşek” falan diyor. Adam ona öğretiyor, “Seni seviyorum” diyor kadın, öpücük falan atıyor dalga geçmek için. Bu hareketleri kimlerin yapacağını belirtecek birtakım sözcükler kullandım ben de ona karşı. Karşılıklı sataşmaya başladık. Bir yandan arabayı kullanıyor. Arabada iki yunanlı var yanımda. Chav bellayı Yunanca birlikte söylemeye başladık. Yunanlı da birtakım Türkçe sözler biliyor. Ama moraller acayip. İngilizce “ÖZGÜR GAZZE” FALAN DİYORUZ. YUNALILARLA ÇOK EĞLENDİK. Çok eğlenceli, muhabbet adamlardı. Onlar ikisi komünistti. Çok güzel muhabbet oldu.

O sırada havaalanına gittiğinizi biliyor musunuz?

Nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Bizi misafir ettiler şimdi asıl kalacağımız cezaevine götürüyorlar diyoruz. Kadın bana iki de bir hareketler yapıyor. Orada bir çakmak vardı, camın orada, onu arıyordu, bir de dalmış. Ben cama bir tane vurdum “Allahu Ekber” diye. Bu kendini bir attı o korkuyla, korktum kaza yapacağız diye. Acayip korktu, ona bir hafta gider o korku. Havaalanına yaklaşırken free gazze diye slogan atıyordu bu Yunanlı arkadaşlar. Bir arkadaşın tutumunu çok beğendim. Orada bir arkadaş ”Haydar…?” dedi, arkadaş dedi ki bu sloganı atmayalım arabadaki bir arkadaşımız Yahudi, bizimle birlikte gemide olan İsveçli bir Yahudi müzisyen vardı. Onun için Yahudilere yönelik bir şey yapmayalım dedi arkadaş.

Sonra nasıl devam etti yolculuğunuz?

Kadın bize zulmetmek için ring arabasının gazına 10-15 kere basıyor, birden fren yapıyor bir de gülüyor üstüne. Bizim kafamız ring arabasının önüne çarptıkça bize bakıp gülüyor. Tam bir aşağılık hayvandı. Havaalanına geldik, indik, etrafımızı sardılar. Bir tanesi bana vurdu, omuz attı. Ben de refleksle göğsüne bir tane çaktım. O da karşılık vermek istedi, bizi ayırdılar. Alıp başka bir yere götürdüler beni. “Niye sürekli problem çıkarıyorsun?” dediler. Ben şunun kavgasını veriyordum oysa: “Bana insan gibi davransınlar.”

Bu konuşmalar Türkçe konuşan tercümanlar aracılığıyla mı çevriliyor?

Tabi. Ayrı ayrı tercümanlar var. Hep Türkiye’de eğitim görmüş Yahudiler. Sürekli izzeti nefsimi kırıyorlardı. Gayr-i insani tavırlarına tepkimi gösteriyordum. “Bana insan gibi davranın” dedim. Ondan sonra kağıt getirdiler; “İsrail’den kendi rızamla ayrılıyorum” diye yazmak için. “İsrail askerleri tarafından korsanca kaçırıldım ve Filistin topraklarına getirildim” diye dilekçenin altına bir not yazıp imzaladım. O şekilde verdim askerlere. Ondan sonra havaalanında 9-10 tane bodyguard tipli adam geldi beni sorgulamaya. Bizim arkadaşlar “Adem’i geri götürüyorlar” diye düşünmüş kaygılanmışlar. Bülent Yıldırım’ı da aldılar.

Bülent Yıldırım’ı neden aldılar?

Onu zaten sürekli sorguluyorlar. Beni aldılar hafif karanlık bir yere gittik. Kablolar falan sarkıyor. “Şimdi beni işkenceye alacaklar”dedim.

Havaalanında?

Tabi, havaalanında. Yine konuşmaya başladık. Bu sefer artık sorular şu: “Bu sorunu nasıl çözebiliriz? Türkiye bundan sonra bize ne yapar? Türkiye’de Yahudi vatandaşlarımızın başına herhangi bir şey gelir mi?” Ben şunu anladım. Dedim ki tamam bu iş kopmuş artık. Beni kameraya da çekiyorlardı. Kameraya döndüm “İsrail yetkilileri size mesajım var” falan diye konuşmaya başladım. Gizli kamera gibiydi ama ben anladım tabi. Orada baya konuştuk. Çay falan içiyoruz da karnım acıktı baya. “Bana yemek getirmezseniz konuşmam” dedim. Yemek yedim. Oradaki konuşma sürekli “Türkiye bize ne yapar tavrı ne olur? Türkiye’deki Yahudi vatandaşların başına bir şey gelir mi?” şeklinde . Dedim ki “Siz en büyük kötülüğü dışarıdaki insanlara, Yahudilere yapıyorsunuz. Türkiye’de artık şöyle bir duygu var İsrail ile Türkiye arasına artık kan girdi. Siz insan öldürdünüz. Ve bunun hesabını sormak isteyen insanlar çıkabilir.” “Ama” dedim, “Size İspanya’da zulüm yapılırken sizi aldık getirdik, sahiplendik ama siz Türkiye’deki Yahudilere kötülük yapıyorsunuz. Benim öldürüldüğümü duyduğu an benim babamı kimse kontrol edemez. Biz intikamcı bir milletiz onu da söyleyeyim. Bunun hesabını bir şekilde alırız. Nasıl olacağını bilmiyorum ama Başbakan bu 9 şehidin hesabını size soracak bire şekilde.” Benim için en önemli nokta şuydu: Herkes dışarı çıktı. Biri vardı o daha yaşlıydı ve çok zekiydi. Diğerleri sorularından belli oluyordu Yahudi hissiyatıyla düşünüyorlardı, o farklıydı. Bana dedi ki “İsrail mahvoldu, İsrail bitti!”. O zaman müthiş bir mutluluk kapladı içimi. “Bir şeyler var, bir şeyler olmuş.” dedim.

Yani Türkiye’nin bu işi çözdüğünü anladınız…

Tabi orada fark ettim.

Sorgudan sonra seni uçağa mı getirdiler?

Hayır. Bülent abi nerde dedim? “Onu sorguluyorlar” dediler. Ayhan abi, Gülden hanım, Ümit abi vardı. “Bülent abiyi almadan gitmeyelim” dedik. Çünkü O’nun hakkında bana da çok soru sordular. “Bu adam bizi bırakmadı hiçbir zaman, biz de onu bırakmayalım” dedik ve sonuna kadar bekledik aşağı yukarı 10 kişi. Herkes uçakta.

Hayranlık uyandıracak bir tek yürek olma durumu yani…


Zaten bu bir destandır ve bütün Araplar hüngür hüngür ağladılar. Biz İsraillilere dedik ki “Bir tane Arap’ı, yabancıyı Yunanlıyı bırakmayacağız” Önce onları gönderdik. Türkler bir de birkaç tane Yunanlı en sona kaldı. Önce Arapları cezaevinden çıkardık gönderdik, uçakla. Ama adamlar hüngür hüngür, çocuk gibi ağladılar, elimizi öpmeye çalışıyor. O manzarayı görseydiniz. Sürekli “Ümmetin gerçek erkekleri sizlersiniz, ümmetin lideri sizsiniz, her zaman sizlerle olacağız, siz Abdülhamit’in torunlarısınız.” Çatışmada falan da öyleydi. Türkler şehit verdi. Tabi bu bir grup çalışmasıdır ama ben gözlemledim bütün safhalarda bu milletin farklılığını. Filistinlilere, Araplara bir şey yaparlar bizi en fazla içerde tutarlar diye düşündük, onları gönderdik önce. Kadınları da. Herkesi gönderdikten sonra biz çıkmaya başladık. Uçakta mürettebat bastırıyor “Biz kaptanı almadan Türkiye’ye dönmeyiz” diye. Kaptan “Gemimi almadan gitmem” diye bekliyor salonda. Biz de “Bülent Yıldırım’ı almadan gitmeyiz” diyoruz. Bülent Yıldırım’ı çok bekledik. Ben çok beklemedim. Çünkü hep sorgudaydım. Sorgudan çıktım 10 dakika sonra Bülent ağabey sorgudan çıktı. Elçi Çelikkol bizi kucakladı. “Bunlar bize bile böyle davranıyorlar” dedi. İki milletvekili vardı. o bize çok moral oldu. Bizi kucakladılar. “Gazanız mübarek olsun, Allah mübarek etsin” dediler.” Dünyayı değiştirdiniz”. Şunu ekleyeyim, bu önemli. İsrail’de yaşayan Filistinli iki avukat geldi içeri. Bir tanesi ağlaya ağlaya dedi ki “Filistin’in hürriyet mücadelesinde yepyeni bir sayfa açıldı ve bunu dedi siz açtınız. Şu an bütün Kudüs’te Filistinliler Türk bayrakları dalgalandırıyorlar. Türk elçiliğinin önünde Filistinliler Türk bayraklarıyla gösteri yapıyorlar. Türk bayrağı direnişin bayrağı oldu” dedi ve ağladı. Ben o zaman ağladım.

Size avukatlık için mi geldiler cezaevine?

Yok. Arapların avukatlık görevini almak için. Bizim elçilik görevlimiz gelmişti zaten.

Aranızdaki Arap kökenli İsrailli bir kadın milletvekili de vardı…

O kadın destan yazdı. Hiç korkmuyor, yiğit bir kadın. Hani aslan aslandır erkeği dişisi olmaz derler ya. Makinistin eşi de öyle, destan yazdı. Ondan sonra uçağa bindik. Milletvekilleri gelip bizi kucakladılar. İstanbul’a geldiğimde baktık kimse bize kızacak mı? Yok öyle bir şey, kimse bize kızmıyor. Bütün dünya, yer yerinden oynuyor bizim haberimiz yok.

Memleketimize acaba bir zarar mı verdik duygusu?

Evet bu duygu da var. Bir de arkadaşlarımız öldü yanımızda. Bunun hesabını verememek, sahip çıkamadınız bunlara denildiğinde ne deriz, işte böyle şeyler. Ama baktık herkes bize “Aslanlarım, yiğitlerim dünyayı değiştirdiniz” diyor. Uçağa bindik uçakta da çok enteresan şeyler yaşadık.

Şehitlerin cenazesini siz mi koydunuz uçağa?

Biz değil, onlar koydular. Yurtdışında yaşayan bir Filistinli çocuk var. En son o kalmıştı şehitlerin başında. Ben en son çıkan 10 kişiden birisiydim gemiden. Köpekler de şehitlerin başına gelmişler Usame o şehitlerin önlerinde durmuş. Köpekleri dokundurtmamış şehitlere. Ve demiş ki “Sakın köpekleri dokundurtmayın şehitlere, Türkler bunun hesabını çok kötü sorarlar sizden” Sonra Usame’yi de aldılar. Şehitler başka bir uçaktaydı. Milletin bize kızmayacağını da anladık, neşelenmeye başladık uçakta. Şehidin eşi geldi Bülent Yıldırım’a “Yeni konvoy ne zaman? İlk önce beni yaz” dedi. Uçaktaki herkes “Yeni konvoy ne zaman?” diye Bülent Yıldırım’dan söz almaya çalışıyor. Biz de olalım diye. Neşeli bir yolculuk oldu, herkes gülüyor oynuyor, anılarını anlatıyor. Bir sürü anı var herkesin yaşadığı. Bir de milletvekilleriyle konuştukça şeyi fark ettik; dünya değişmiş, dünyada acayip olaylar olmuş. Türkiye’nin ne kadar ağırlığını koyduğunu, ondan sonra bu olayın nasıl vicdanları harekete geçirdiğini öğrendik.

Böyle bir şey beklemiyor muydunuz Türkiye’den?

Yok, hayır, hiç bu kadar… Türkiye’nin elçisini çektiğini duyunca cezaevinde tekbir çekildi. Yunanistan elçisini çekmiş. Her aşamada Türkiye’ye biraz daha yaklaştığımızda ne yaptığımızı fark ettik. O zamana kadar ne yaptığımızı bilmiyorduk.

Uçakta gazetelerden mi öğrendiniz olanları ?

Yok. Milletvekilleriyle, bir de mürettebatla konuşuyoruz. Bir tanesi dedi ki “Dünya Gazze olaylarından daha fazla harekete geçti şu anda” Ondan sonra indik Türkiye’ye. Baktık her taraf dolu. Bir sürü insan karşılamalar. Şaşırdık tabi. Anlatıyorlar sabah kaçtan beri millet sizi bekliyor diye. Acayip bir duygu. Anlatılmaz, ağladık milletin bize olan sevgisini, muhabbetini görünce. “Bülent Arınç geldi” dediler, çok duygulandık.

70 milyonun, hatta tüm dünyanın temsilcisiydiniz…

Tabi. Filistinli, Britanya’da yaşayan, El Cezire’nin İngilizce bölümünün kameramanı, bizimle geldi. O da o kalabalığı gördü. “Adem” dedi “Ben Türkiye’nin niçin hilafetin merkezi olduğunu şimdi anladım.” İngiltere’de yaşayan Pakistanlı bir Müslüman, millete baktı baktı bana elini uzattı, milleti gösterdi, kucaklaştık 5 dakika ağladık. Milletin o heyecanını görünce hüngür hüngür ağladık. Dedik bu iş bitmiş Allah’ın izniyle. Tahlil yaptırmak için hastaneye geldik. Çantalar geldi dediler. O ana kadar hiç aklımda yoktu benim elimde görüntüler olduğu. Çantayı açtım önce Gazzeli çocukların emaneti olan şekerlere baktım, bulamadım. Sonra görüntüler aklıma geldi. Görüntüleri bulunca çocuk gibi sevindim bağırdım ”Salih, Salih” diye. İHH’daki basın sorumlusu arkadaşım yoktu. İlk Metin Mutanoğlu’nu gördüm, ona verdim. “Bu görüntüleri bütün dünyaya geçin, dünya, Türkiye bu görüntüleri görsün.” dedim. Planlı bir şey değildi, o çıktı karşıma, ona verdim. Bu görüntülerle yaşadığımız mağduriyetleri gösterdik. 50-60 milyara rahat elimizden çıkarabilirdik. Hatta TV Net bana para teklif etti. “Bana böyle bir şey demeyin” dedim. Benim için her şey para değil. İnsanlar ders çıkarsın istiyorum. Benim için burda önemli olan o arkadaşlarıma karşı vicdan görevimi yerine getirmem.”

9 şehitle geldiniz…

Hislerim karıştı. Bir seviniyorum. Ondan sonra biraz zaman geçiyor aklıma arkadaşlar geliyor ağlıyorum. Her şeyim birbirine karıştı. Annem geliyor aklıma “Mahvolmuştur şimdi” diyorum. Babam kriz geçirmiş zaten “Bizimki kesin ölmüştür” diye çocuk gibi oturmuş ağlamış. Bir de beni ölülerin arasında gördüklerine dair bir söylenti çıkmış memlekette. Bir gün boyunca o duyguyu yaşamışlar. Hatta amcam gelmiş eve “Her şeye hazır olun Adem’in cesedi gelebilir” demiş. Allaha şükür indim ben, iner inmez bizimkileri aradım. Annem konuşamadı zaten, ağlıyordu sürekli. Babamla konuştuk, “Biz seni öldü sandık” dedi. Hatta yaşayanlar arasında ismimi gördükleri halde inanmamışlar. “Bu kesin dayanamamıştır, İsraillilerle arasında şey olmuştur” Türkiye’ye geldik. Tarih yazılmış. Ayağa kalkmış dünya. 9 tane şehit verdik ama inşallah bu gemideki herkes şehit sevabı almıştır. O görüntüleri görseydiniz. İnsanlar kurşunlardan korkmadı. O fedakarlıkları, yardımlaşmaları, gemide acayip bir şey yaşandı…

Küçük bir insanlık sahnesi ortaya çıktı.

Evet. Herkes kardeş oldu.

Sen Gerçek Hayat’ın Orta doğu muhabirisin. Hayatının büyük bölümü Şam’da geçiyor. Arap, İslam alemi de bu hadiseleri takip etti, Türkiye kadar olmasa da. Sonradan sana, Filistin’den, Gazze’den ne tür tepkiler geldi?

Sürekli canlı yayınlara katılıyorum. Dün akşam da bir Arap kanalına konuştum. “Kusura bakmayın, sizden özür diliyoruz çocuklar. Size gönderilen yardımları, şekerleri getiremedik. Özür diliyoruz, sizden utanıyoruz. Ama size arkadaşlarımızın kanlarını, kalplerimizi gönderdik, sevgimizi, yalnız olmadığınız mesajını gönderdik, bu mesajları hissedin. En yakın zamanda yine geleceğiz. En yakın zamanda Gazze’de buluşmak ümidiyle” diye konuştum.

Tepkiler nasıl?

Babamı söyleyeyim. Babam olması hasebiyle tedirgin oluyorlar. Başıma bir şeyler gelecek diye. Babam aradı “Oğlum seninle gurur duyuyorum. Allah cihadınız müberek etsin” dedi. Babam, annem, amcam beni ziyarete geliyor. “Ben gelirim siz gelmeyin” dediğim halde “Yok, sen hak ettin, biz senin yanına geleceğiz “dedi babam.

Arap dünyasından gelen mesajlar.

Gazze’deki arkadaşlardan tebrik mesajları geliyor. Siz Abdülhamid’in torunlarısınız diyorlar. Ebu Asım diye biriyle konuştum “Siz İslam dünyasını yöneteceksiniz, İslam dünyasının lideri olmayı halk ediyorsunuz” diyor. Araplar onlarla röportaj yapıldığında “Türklerle konuşun, destanı onlar yazdı” diyorlar.

Gemi hadisesi muhtemelen Gazzeliler için çok tarihi bir olay…

Tabi, tabi. Onlar için müthiş bir moral oldu. Şu an Gazze Türkiye gibiymiş. Her tarafta Türk bayrağı varmış. Bunun tarihi bir arkaplanı da var. İnsanlara bir şeyleri hatırlatıyor. Türkler bunu yaptığı için bu kadar tesir uyandırıyor. Milliyetçi falan değiliz, ümmetçi olduğumuz için Gazze’yi savunuyoruz. Ama dünya halkları ve özellikle Müslümanlar tarafından şu millete yüklenen tarihi bir misyon var.

Türkiye gibi büyük bir devlet gemi aracılığıyla bu işe daha fazla müdahil oldu. İsrail’in işi bundan sonra daha zor!

Tabi “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedi Başbakan. Ben de öyle düşünüyorum. Olursa zaten Allah çarpar 9 tane şehit verdikten sonra. Haberleri okuyorsunuz insanların metanetini görüyorsunuz. Bir çocuk döviz taşıyordu “Babacığım seninle gurur duyuyorum. Sen Gazzeli çocuklar için öldün”. Çok tarihi günler yaşıyoruz.

9 şehidin ailesinden de hiçbirinden bir sızlanma görmedim. Hepsi gurur duyuyor.

Evet. Furkan’ın babasıyla konuştum. 17 yaşında oğullarını kaybetmişler. Anne-baba ikisi de ağlamıyordu. Furkan’ın günlüğünü bulmuşlar. En son sayfasında “Şehadeti annem kadar çok seviyorum” yazıyormuş. En son cümlesi buymuş. Bir önceki sayfada da şehit tahtında marşını yazmış.
 
GERÇEK HAYAT
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam91
Toplam Ziyaret3693735
VİDEOLAR
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.222232.3513
Euro35.110935.2516
Takvim