• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/halilakpinar
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=05056611119
  • https://www.twitter.com/halilakpinar
  • https://www.instagram.com/halilakpinar1453
  • https://www.youtube.com/channel/UCz-evvQhDvbJLw5bg_A8P1Q
Üyelik Girişi
MUHTEVA
Site Haritası

Custom Search

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL ÖYKÜCÜLÜĞÜ

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL ÖYKÜCÜLÜĞÜ

19/5/2007 

Türk edebiyatına Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnû, Kırık Hayatlar gibi görkemli romanlar kazandırmış ve edebiyat dünyasında hep romanlarıyla anılmış/ünlenmiş olan Halit Ziya’nın öyküleri üzerlerinde düşünülmeye başlanınca edinilecek ilk izlenim, öykülerinin romanlarının gölgesinde kaldığı ve öykülerinin de en az romanları kadar önemli olduğu gerçeğidir. Çünkü o, romanlarıyla öne çıkmış olsa da, çağdaş Türk öykücülüğünün çığır açıcı yazarlarından biridir ve modern anlamda Türk öykücülüğünün temellerini atan kişidir. Aziz Efendi, Ahmet Midhat, Emin Nihad, Sami Paşazâde Sezai, Nabizâde Nazım çizgisinden sonra öykü onunla birlikte edebiyatımızda yer etmeye başlamış, bağımsız bir ruh ve kişilik kazanmıştır. Bu anlamda çağdaş öykücülüğümüzün başlangıç noktası Halit Ziya’dır. O, yazı hayatı boyunca, “en sevdiğim tür” dediği öykünün nitelikli örneklerini vermiş,  bu türün ülkede sevilmesinde, yaygınlık kazanmasında  öncü rol oynamıştır.

Aslında onun öykücülüğünün romanlarının gölgesinde kalmasında şaşılacak bir şey yok; çünkü bu, ülkemizde hem roman hem öykü yazan pek çok yazarın ortak kaderidir. Bu bağlamda, Adalet Ağaoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Oğuz Atay ve Selim İleri’yi anmak mümkündür. Bu yazarların yazın hayatı değerlendirilirken her zaman roman odaklı bir portre çizilmiş, öyküleri göz ardı edilmiştir. Bu, her iki türe çarpık bakıştan kaynaklanır. Çünkü roman, temel bir tür olarak görülürken, öykü bir alt tür olarak algılanmış, bu nedenle geri planda kalmıştır.

Elbette birine diğerinin penceresinden bakmadan bağımsız okumalar ve değerlendirmeler yapılabilir. Bir başka deyişle, bir roman değerlendirmesi yapılırken, öykülere pencereler kapatılabilir. Ya da tam tersi. Ama eğer bir sanatçı hakkında bütüncül bir yargı verilecekse, sanatçının tüm ürünleri, yönelimleri hesaba katılmalıdır. Çünkü bu eksik bakış pek çok yanlış yaklaşımların doğmasına neden olmaktadır. Nitekim Halit Ziya’yla ilgili değerlendirme yazılarında, onun on beş kitabı bulan öykü birikimi hesaba katılmadığı ve sadece romanlarından yola çıkıldığı için yanıltıcı yargılara varılmıştır. Örneğin eleştirmenlerin onun romanlarında eksik bularak eleştirdikleri pek çok özelliğin/niteliğin/temanın öykülerinde yer aldığını görürüz. Halit Ziya romanlarının aksine öykülerinde çok geniş bir tipleme ve konu çeşitliliğine ulaşmıştır. Romanları için ileri sürülen “toplumdan kopuk” savını öyküleri için söylemek zordur. Aşk, romanlarında olduğu gibi öykülerde de ana temadır; ama bunun yanı sıra savaş, yoksulluk, otoriter baskı, psikolojik rahatsızlar, çocuk vb. gibi pek çok temayı öykülerinde işlemiştir. Bu nedenle sağlıksız bakışın bir yazın adamını okura nasıl eksik ve yanlış tanıtılabileceğine en iyi örneklerden biri Halit Ziya’dır.

 

Öykü serüveni

Halit Ziya, oldukça üretken bir yazar yaşamı sergilemiştir. Sekiz romanı dışında, çeviriler yapmış, roman üzerine kuramsal bir kitap (Hikâye), mensur şiirler, tiyatro eserleri ve öyküler yazmıştır.Anılarını topladığı Kırk Yıl ve Saray ve Ötesi adlı kitaplar ise edebiyatımız için benzersiz belgelerdir.

Derleme, çeviri ve ortak kitaplar dışında bağımsız öykü kitapları şunlardır: Küçük Fıkralar (3 cilt. 1897-1899), Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet (1901), Bir Şiir-i Hayâl (1914), Sepette Bulunmuş (1920), Bir Hikâye-i Sevda (1922), Hepsinden Acı (1934), Aşka Dair, Onu Beklerken (1935), İhtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1939), İzmir Hikâyeleri (1950). (Bu yazıdaki alıntılar, hikâyelerin, Şemsettin Kutlu’nun sadeleştirdiği, İnkılâp Kitapevi baskılarından yapılmıştır.)

Halit Ziya’nın, edebiyat tarihimizde  önemli bir yeri olan eseri Kırk Yıl’dan öğrendiğimize göre, onu öykü yazmaya Sami Paşazâde Sezai’nin Küçük Şeyler’i kışkırtmıştır: “Küçük Şeyler beni çıldırttı. (…) Bu bana yeni bir ufuk, ülkemin düzyazı sanat göklerinde vaatlerle dolu parlak bir tanyeri göstermiş oldu. Öykülerin çeviri denemeleriyle geçen zamanlarımın ve bu ‘Küçük Şeyler’ adlı güzellikler kitabının-onunla kezlerce baş başa kalmak yoluyla- bende biriktirdiği gereken bir heyecan toplamı, sanki gelecek yılların dölyatağına düşerek gelme zamanını bekleyen, titreşime başlamış bir gebelik tohumu oluşturmuş olacak ki yazarlık hayatımda en sevdiğim (tür olan) öykülerden kimbilir ne kadar yazmış oldum.” (1).

Halit Ziya, anılarının bir başka yerinde de öykü yazma serüveninden söz eder. Ahmet Cevdet İkdam gazetesi için ondan küçük hikâyeler ister. Halit Ziya, kendisini öykü yazmaya iten diğer önemli nedenin bu gazete olduğunu belirtir. Bu küçük hikâyeler, onun geniş kitleler tarafından  tanınmasını sağlar. Suut Kemal Yetkin’e yazdığı bir mektupta bu hikâyelerin yankısını anlatır: “Küçük hikâyeler Mai ve Siyah’tan çok etkiledi. Bunların düzeni, kuruluşu, hele dili edebiyat dünyasında bir yenilik, bir gelişirlik kabilinden sayıldı.” (2).

Halit Ziya, yazarlık yaşamında öyküden hiç kopmamış, sonuçta ortaya oldukça nitelikli bir öykü birikimi çıkmıştır. O, rüyalarını ve düşüncelerini romanlarına, gündelik hayatını ve anılarını ise öykülerine yansıtmıştır. Bir Aşk Öyküsü, İzmir Hikâyeleri kitapları başta olmak üzere öykülerinin çoğu, anılardan yola çıkılarak oluşturulmuştur. O, daima iyi bildiği çevreleri ve insanları yazmıştır. Öykülerde anlatılan her şey, ondan izler ve tonlar taşır. “Gerilere Doğru” öyküsündeki kahraman gibi, “romanlarına, öykülerine kendi ruhundan avuç avuç bir şeyler,” koymuştur.

Öykülerde ilk dikkat çeken özellik, tip/karakter çeşitliliği, konu zenginliği ve bakış açısı tutarlılığıdır. Ve inandırıcı tipler, şaşırtıcı gerçeklikte ruhsal çözümlemeler, güçlü bir yazarın elinden çıkma biçim başarısı. Kuşkusuz bu yargıları tüm öykülere genellemek zordur. Onun kitaplarında çok iyi, nitelikli öykülerle, gevşek örgülü, öykü katına yükselmemiş metinler art arda sıralanır. Ama öykünün yazınsal bir tür olarak ortaya çıkışı ve öykülerin yazılış dönemi düşünüldüğünde bu savrulmaları anlayışla karşılamak gerekir.

 

Öykülerin kaynakları, Servet-i Fünûn ve Batı

Halit Ziya, İzmir’de, Mechitariste Koleji’nin tek Türk öğrencisi olarak eğitim görmüş, yabancı bankalarda, Reji idaresinde çalışmıştır. Gençlik döneminde azınlıklarla (Katolik ve Rum) iç içe bir hayat geçirmiş, azınlık semtlerinde yabancı opera ve operetlerini izlemiş, onların eğlencelerine katılarak Batılı yaşayış ve tavrı yakından gözlemiştir. Genç yaşta Batı’ya seyahat ederek oraları yakından tanıma imkanı bulmuştur. Tümüyle Batılı kaynaklardan beslenmiş, Batı’yı, duyuş, hissediş ve algılayış olarak benimsemiştir.

Halit Ziya, İstanbul’a geldiğinde daha sonra Edebiyatı Cedide’ciler olarak anılacak edebiyat topluluğunun (Tevfik Fikret, Ahmet Hikmet,  Cenap Şahabettin, Mehmet Rauf) içinde yer almıştır. Edebiyatı Cedide’ciler  ülkemizin düşünce serüveninin kadîm sorunu olan Doğu-Batı yaklaşımında tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde Batı’dan yana tavır koymuş, edebiyat, sanat, düşünce ve hayatı algılayış olarak Batı’ya tam bir  bağlanma sergilemişlerdir. Tavır nettir: “Gelecek Batı’nındır.” Bu yanlarıyla ne Tanzimat yazarlarının (Ahmet Midhat, Namık Kemal) yerlilik sancısını ne de kendilerinden sonraki bir kısım yazar/aydın/sanatçıda (Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Halide Edip) rastlanan mazi-bugün ikilemini yaşamışlardır. Bilindiği gibi Tanzimat dönemi yazarları, Batıcı olmakla birlikte yerli düşünceyi koruma  amacındadırlar. Tanpınar ve benzeri yazarlarda ise “mâzi kalplerde bir yaradır”  ve geçmiş onların peşlerini bir türlü bırakmaz. Servet-i Fünûn’cular, Batılılaşma çabalarında Tanzimat edebiyatçılarını yetersiz bulmuş, kendi eserleriyle Avrupaî bir Türk edebiyatı oluşturmaya çalışmışlardır. Özellikle Fransız düşünce ve edebiyat anlayışı çıkış noktaları olmuştur. Daha çok elit kesime hitap eden bir burjuva edebiyatı oluşturmaya çalışmışlar, seçkinci bir dil anlayışı geliştirmişlerdir.

Halit Ziya’ya göre sanat-edebiyatta yapılması gereken her şey Batı’da, özellikle de Fransa’da gerçekleştirilmiştir. Onlara düşen şey, aynısını bu ülkede ortaya koymaktır. Bunun için ihtiyaç duyulan tek şeyse çeviridir. Kendisi yabancı dil bildiği için ilk elden bu eserlere ulaşmaktadır. Bu kitaplardan öğrendiği bilgilerin uygulamasını yapar. Öyle ki Fransızca’nın dil mantığını Türkçe’ye adapte etmeye çalışır. (Hakkı Süha Gezgin, Halit Ziya’yı evine ziyarete gittiğinde, onun evde çocuklarıyla Fransızca konuştuğunu görünce incinir ve “Uşaki Gil, Anadolu’nun göbeğinden fışkıran bir filizken, evinde bir başka dil niçin?” (3) demekten kendini alamaz.)

Onun Batı’ya bakışı bütün bir edebiyat anlayışına yansımıştır. Ama özellikle Bir Hayâl Şiiri’ndeki, “Şadan’ın Gevezelikleri” başlıklı altı öykü, onun bu anlayışının öne çıkan örnekleridir. Bu öyküler, Avrupa hayranı bir gencin seyahat izlenimlerinden oluşur. Şadan, elbette Halit Ziya’dan başkası değildir. Öyküler, bir bakıma onun düş ülkesi Avrupa-Batı’nın yüceltmesidir. Batı hayranlığı bu öykülerde tam bir coşkunluğa dönüşmüştür. Batı şehirleri uygarlık temelinden ele alınarak bir düşsel ülke portresi çizilir: “Gece şenliği Eyfel Kulesi’nden başlıyordu. Uygarlığın yükseliş burcu (…) uygarlık dünyasına çalışma-çalışkanlık amacını gösteren bir uyarma meşalesi biçiminde yanıyordu.” (s. 43). Buralar, “en güzel göllerden, en yüksek dağlardan, en tatlı derelerden bir araya gelmiş bir güzellikler toplamı”dır. (s. 23). “Doğa ve uygarlık birbirine yaraşmıştır.” (s. 24). Buralar tam da gencin kafasındaki ülkedir. Dans, gece ışıkları ve serbest hayat. Avrupa yükselen uygarlığın merkezi olarak çizilir. Sadece teknolojik ilerleme anlamında değil, giyim, kuşam, zevk ve tercihler olarak da Avrupa yüceltilir. Örneğin Avrupalı birinin köpek gezdirmesi bile imrenilecek bir durum olarak aktarılır. (Bir Yazın Tarihi, s. 167).

 

Temalar; Aşk, anne/baba/evlat sevgisi, bir kurum olarak aile, geçmişe övgü, çocuk, savaş...

Halit Ziya, romanlarının aksine öykülerini zengin bir tematik çeşitliliğe yaslar. Aşk, anne/baba/evlat sevgisi, bir kurum olarak aile, geçmişe övgü, çocuk, kadın, yoksulluk, psikolojik bozukluklar, savaş onun öykülerinin en çok işlediği izleklerdir.

            Öykülerin odağında aşk yer alır. Aşk, tıpkı geleneksel edebiyatımızdaki gibi imkânsızdır. Kavuşma asla gerçekleşmez. Aşkın kalıcı ve iz bırakıcı olması için önce yangın büyütülür sonra imkânsız hale getirilir. Kavuşma olunca etkinin biteceği, azalacağı ihtimalinden hareket edilerek, etkinin okura geçmesi, büyümesi için aşk yarım bırakılır, tamamlanmaz. Kahramanların yaşadığı acı okura etki olarak yansır. Halit Ziya, romanlarının aksine, hacim zorlaması nedeniyle öykülerinde aşkın oluşumunu da kavuşulamama nedenini de sınırlandırır, bir-iki açmaza indirir. Anlatım olarak da aşkın klasik kurgulanış mantığını izler. Öyküye, aşkı kışkırtan bir tablo ile başlanır, ilerleyen bölümlerde gerilim en üst seviyeye tırmandırılır. Sonra engel ortaya çıkar ve ekonomik, sosyal, kişisel, psikolojik, biyolojik nedenlerle kavuşma engellenir. Ölüm, yaş farkı, toplumsal baskılar, kayıtsızlık bu nedenler arasındadır.

Onda öncelikle fiziksel, ruhsal özür, aşkı engelleyen temel nedenlerden biridir. Bunları delilik, kamburluk, çirkinlik olarak sayabiliriz. Bir Hikâye-i Sevda’nın aynı adlı öyküsünde, âşık deli olduğu, yine aynı kitabın “Küçük Kambur” öyküsünde âşık kambur olduğu, “Günceden Alınmış”ta kızın kulağının yarısı kesik olduğu, Hepsinden Acı’daki “Acı Sadaka” da kız kör olduğu için kavuşma gerçekleşmez.

Kimi öykülerde aşkı engelleyen şey sosyal statüdür. Bulunulan statü ve toplumsal konum nedeniyle aşk gizlenir. İçte yaşanıp açık edilemeyince de hastalıklı bir hâl olarak dışlaşır. Kitaba da adını veren “Aşka Dair”, Bir Hikâye-i Sevda’daki, “Keklik İsmail” öyküleri buna iyi örneklerdir. Aşk ateşine düşen kahramanlar çevrelerinde dindar olarak bilindikleri için, âşık olduklarını kimseye söyleyemezler. Aşkını içine gömen, kimseye söyleyemeyen kahramanlarda bu, hastalıklı hâl olarak dışlaşır.

 “Ele Geçmiş” (Hepsinden Acı), “Mayıs Pazarı” (Hepsinden Acı), “Bir Adalet Sorunu” (Bir Hikaye-i Sevda), “Dört Yaprak” (Aşka Dair), “Eski Mektup” (Bir Hayal Şiiri), “Ali’nin Arabası” (Bir Hayal Şiiri), “Hepsinden Acı” (Hepsinden Acı), “Yırtık Mendil” (Bir Yazın Tarihi) onun aşkı gündeme getirdiği diğer belli başlı öyküleridir.

Halit Ziya’nın öykülerinin bir diğer önemli teması ailedir. Halit Ziya, aile kurumunu çok önemser, onu toplumun temel direği sayar. Geleneksel diyebileceğimiz kadın-erkek ilişkilerini savunur. Cinsel ve bireysel özgürlükler adına evlilik kurumuna ihanet edenleri hoş görmez, mazur göstermeye çalışmaz. Aileyi hep yüceltir, tek eşli ve çocuklu dünyayı sıcak bir yuva olarak çizer. Boşluktaki insanların en büyük düşleri sıcak bir aile yuvasıdır.

Kimi öykülerde de evlilik kurumunda ezilen kadını öne çıkarır. Bu öykülerde aile düzenini bozan erkekler mahkûm edilir. Bir Hikâye-i Sevda’nın, “Sorgu Dairesinde” öyküsünde, on dört yaşında iken, hiç tanımadığı biriyle evlendirilen genç kızın dramatik sonu, Bir Yazın Tarihi’ndeki “İkinci Nikâh”ta aldatmanın bir kadın ve bir çocuk zihnindeki karşılığı anlatılır.

Konaktan konağa dolaşan görmüş geçirmiş, toplum içinde saygınlığı olan kadınlar, onun ilgilendiği diğer kadın tipleridir. Özellikle hayatın bir köşesine itilmiş, olgun ve yaşlı kadınları büyük bir ustalıkla anlatır: “Raziye Kadın” (Aşka Dair), “Raife Molla” (Bir Hikâye-i Sevda), “Altın Nine” (Bir Hikâye-i Sevda), “Dilhoş Dadı” (Hepsinden Acı), “Dişlek Zehra (Onu Beklerken), “Ferhunde Kalfa” (Bir Yazın Tarihi).

Savaş, onun öykülerinin önemli temalarından biridir. Savaşa, savaş dönemi yazarlarından oldukça değişik açıdan bakar. Kahramanlık yaklaşımlarının gözde olduğu bir dönemde, savaşa hümanist açıdan yaklaşır. Özellikle savaşın neden olduğu yıkımları yazar. O, döneminin yazarlarının aksine bir ulus, savaş yüceltmesi yapmayıp savaşı mahkûm eder. Daha çok savaşın insan üzerindeki yıkıcı etkisi üzerinde yoğunlaşır.

Onu Beklerken’deki , “Türk  Eri”, “Hüzünlü Bir Cuma”, “Bir Gün İçinde” öykülerinde Balkan Savaşı’nın acı günlerini anlatır. Aşka Dair’deki, “İçecek Su”da, Bir Yazın Tarihi’ndeki “Osman’ın Gazası”nda, yine savaşa ve onun psikolojik tahribatına eğilir.

“Çocukları herhalde insanlardan çok severim; sanırım çocuklarımı kendi öz benliğimden daha çok sevdiğim için…” (Küçük Bir Tablo, Bir Hayâl Şiiri, s.131) diyen Halit Ziya, öykülerinin büyük çoğunluğunda çocukları gündeme getirir. Bir Hikâye-i Sevda’daki, “Çolak Mesut”ta hamallık yapan çolak bir çocukla köpeği arasındaki sevgiyi; Bir Hayâl Şiiri’ndeki  “İki Anı”da, sakat bir çocukla, bu sakatlığın acısını yaşayan anne ve babayı; aynı kitaptaki “Kar Yağarken”de hamallık yaparak hayatını kazanan sokak çocuğu Sermed’in palto düşünü; “Aşka Dair”deki “Küçük Hamal”da ekmek peşinde koşan küçük bir hamalı anlatır.

Onun, eserlerinde mevcut düzenle hesaplaşmaktan çekinmesi, toplumsal gerçeklerden uzak bir sanat evreni kurması eleştirilmiştir. Gerçekten de Servet-i Fünûn yazarları dönemin yönetimiyle çatışmamaya özen göstermişler, politik konulara fazla girmemişlerdir. Halit Ziya, toplumsal yapıya değinmemelerinin nedenini, o zamanın koşulları ve mevcut “zehir dolu hava” olarak gösterir. Halit Ziya, ancak Meşrutiyetin ilanından sonra, baskı dönemini eleştiren öyküler yazmaya başlar. Hepsinden Acı’daki, birbirinin devamı üç öyküde (Üç Mektup) baskıların ve işkencelerin bir insanı nasıl buhranlara ittiğini anlatır.  Bir genelleme yapmak gerekirse romanlarına nazaran öykülerinde toplumsal gerçeklere daha yakın olduğu söylenebilir.

Ayrıca “Sanat Hayatından” (Bir Hayâl Şiiri); Hepsinden Acı’daki aynı adlı öykü; “Mayıs Pazarı” (Hepsinden Acı), Onu Beklerken’deki aynı adlı öykü; “Bravo Maestro” (Bir Yazın Tarihi); “Ayni Tata” (İzmir Hikâyeleri); “İki Sima” (İzmir Hikâyeleri); Türk edebiyatının en güzel öykü örnekleridir.

Umutsuzluk edebiyatı/parçalanmış hayatlar

Halit Ziya, tutunamamışları, kaybedenleri, yenilmişleri anlatır. Ekmek peşinde koşan hamal çocukları, hastanedeki çaresiz hastaları, aşk kırgınlarını, unutulmuş sanat eskilerini, evlat acısı çeken babaları. Hem de bunları melodramik sınırlara vardırarak. Hayatta ne anası ne babası olan bir sokak çocuğunun tek yaşam kaynağı olan köpeğini öldürmekten çekinmez. Genç kızları veremden öldürür, çocukları babasız, babaları evlatsız bırakır. Yetmiş yaşındaki müzik öğretmeninin sonu yok olmaktır. Yani kahramanlar hayat karşısında hep yenilirler. Bu yüzden onun eserleri fazlasıyla karamsar bulunur ve umutsuzluk edebiyatı yapmakla suçlanır.

Oysa o, açıktır ki, tersinden bir hayat yüceltimi yapar. Bu acınası insanî hâlleri anlatırken hayatın değerinin bilinmesini istediği açıktır. Okurlara, sahip oldukları şeylerin değerini anımsatmak için hep yitirişlerin öyküsünü yazar. Pek çok öyküsünde, orta yaşlılar yahut yaşlılar anlatılırken, bir yandan da geçip giden hayatın önemi vurgulanır. Onun kahramanları yaşamlarının belli bir döneminde derin bir boşluk duygusuna kapılırlar. Bu yaşanmamışlığa karşı duyulan boşluk hissidir. Kaçırılan, atlanılan güzelliklerdir. İnsanlar derin bir sarsılışla fark ederler ki hayatları bomboş geçmiştir. Zamanın kıymetini bilememişlerdir. Hiç kuşkusuz Halit Ziya’nın savunduğu şey hayattır. Onun zevkleri, tutkuları, heyecanları. O, hayatın kendisine tutkundur. Hayatı zorlaştıran, yok sayan tüm düşüncelere, tutumlara karşıdır. Yazdıklarıyla âdeta hayatın önünü açmaya çalışır. Bu nedenle onu hayata ve insanlara küsmüş, karamsar bir yazar olarak nitelemek yanılgıdır.

Ancak onun kahramanları Tanpınar’ın eserlerinde olduğu gibi, düşünsel bir dünyanın değil, daha çok hayatın bizzat kendisinin, yaşanamamış güzelliklerin acısını çekerler. Bu anlamda Tanpınar bir kültür/düşünce romanı/öyküsü yazarken, Halit Ziya bir hayat/hülya romanı/öyküsü yazar. Çünkü onda her şey “hayat”ı yüceltmeye dayanır. Ancak bu kadar idealize edilen hayat, sonunda acı gerçeğin sert kayasına çarpınca her şey paramparça olur. Güzel bir şiire benzetilen hayat, vereme, ayrılıklara, umutsuz aşklara, toplumsal dayatmalara yenilir. Ortada çözüm olabilecek bir ütopya, mücadele edilecek bir ideoloji, toplumsal bir kurtuluş projesi de olmayınca, hayâl kırıklığı eserlere yansır.

Hayatı şöyle tarif eder; “Bu yaşamdan müzikle şiiri, çiçeklerle ışıkları, sonra bunların tümünün toplamı olan kadınları kaldırınız, yaşamaya kuvvet bulur musunuz?” (Bir Yazın Tarihi, s. 135). Bu nedenle kahramanlar hep şiirli müzikli, çiçekli, ışıklı ve en önemlisi kadınlı bir hayat ararlar. Ama hiçbirine ulaşamazlar: “Yaşamla şiirin derin bir ağıttan; müziğin bir umutsuzluk iniltisinden; çiçeklerin birer damla gözyaşından; ışıkların birer kaçan emelden başka bir şey olmadığını anlamamış; kadınlarsa aranılıp bulunamayan, görülüyor sanılıp da tutulamayan bir hayâl olduğunu öğrenememişti.” (Bir Yazın Tarihi, s. 135). İşte kahramanlar bütün bu gerçekleri öğrenince kopuş başlar.

Bu şiir gibi hayatı sunacak olan ise, Batı’dır, Batılı değerlerdir. Aşk ve sanat emelleri, kadının doğru algılanışı Batı’dadır. Ne var ki bu hülyalar “bu topraklarda” gerçekleşmez. O vakit devreye Doğu girer. Doğu ise bir umutsuzluk, karamsarlık kaynağıdır: “Batılı emeller ‘tohum halinde’ kalmaya mahkumdur; ama öbür yandan Doğu’ya da her zaman çoktan geç kalınmıştır. Bu yüzden de Halit Ziya’nın kahramanlarına Doğu artık yalnızca yeis, yalnızca hayâl kırıklığı, yalnızca suçluluk duygusu vaat ediyordur.” (4).

 

Biçim ve dil

Dil konusunda ülkemizde yaşanan büyük açmazın mağdurlarından biri de Halit Ziya’dır. İmparatorluğun sentezci diliyle ve özellikle içinde bulunduğu edebiyat topluluğunun dil anlayışı doğrultusunda eserler veren Halit Ziya’nın ülkemizdeki dil alanında yaşanan gelişmelerle birlikte yazdıkları, pek çok dönem yazarının eseri gibi boşluğa düşmüştür. Giderek “radikal özleşmecilik” onları daha yaşarken okunmaz/anlaşılmaz kılmıştır. Ama o sadeleştirmeden yanadır. Millî Edebiyat akımının dil yaklaşımına destek verir. Bu bağlamda dil devriminin yanında yer alır ve hayattayken kimi eserlerini bizzat kendisi sadeleştirme yoluna gider. Çünkü ona göre “bir yazının temelinde ve yapısında bir güzellik varsa o, değişmesiyle kaybolmuyor, yetişir ki boya çiğ düşmeyecek gibi uygun olsun.” Ancak Servet-i Fünûn dönemindeki dil tutumuna ilişkin kendilerine getirilen eleştiriye şiddetli karşı çıkar. Bunun kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu düşünür: “Zamanın edebiyat dili oydu. Onlar da, herkesle birlikte, bu dili kullandılar.” (Kırk Yıl, s. 522). “Daha açık bir benzetişle Nabi’yi cübbe ve sarığıyla hayal ederek göz önüne getirirken, “Niçin frak ve klak giymemiş” diye gülünç bulmaya kalkışmak ne ise, “o gün bugünün diliyle yazılmamış” diye kınamaya girişmek tıpkı öyledir.” (Kırk Yıl, s.523).  Dolayısıyla o dilin gelişiminden yanadır ve “genç kuşaklarla beraberdir.”

Dilde yaşanan bu “tuhaf” durumu en iyi yansıtan eseri Onu Beklerken’dir. İlk baskısı 1935’de yapılan Onu Beklerken’de Halit Ziya tümüyle dil devrimine sadık kalmıştır. Ama bu da çözüm olmamış, öztürkçecilikte fazlasıyla cömert davranmıştır. Öyle ki, ilk dönem kitaplarından Arapça, Farsça, Osmanlıca sözcükleri sadeleştirerek yayıma hazırlayan Şemsettin Kutlu, 1992’de bu kez de “tutmayan, benimsenmeyen” öztürkçe sözcükleri  ayıklamak, “sadeleştirmek” zorunda kalır.

            Daha işin başında Hikâye adıyla roman üzerine kuramsal bir kitap yazmış ve olayın teknik boyutunu irdelemiş olan Halit Ziya, dönemin atmosferinin gereği yaptığı kimi yanlışları yıllar sonra itiraf etmekten çekinmez: “Bu küçük hikâyelerde de  tıpkı büyüğünde (roman) görülen kusur vardı: Süs... Hele birkaç tanesini uzaktan uzağa anımsıyorum ki baştan başa sanat ve süs çabalarıyla yüklü ve ağdalı yazının en eksiksiz örnekleridir. Onları bugün yeniden okumaya katlanamam korkusundayım. Oysa, konuları bakımından ne güzel eserciklerdi ve eğer yazılırken o tutkuyu düşülmemiş olsaydı ne iyi olacaktı.” (Kırk Yıl, s. 528).

Öykülerini klasik diyebileceğimiz bir yaklaşımla kurgular. Öykülerde mutlaka bir finale ihtiyaç duyar. Bu nedenle de kimi öykülerde kurgusallık sırıtır. Mesaj vermek temel amaçtır. Hikâyeyi, mektup, günlük, bulunmuş notlar yahut basılmamış kitap olarak aktarır. Halit Ziya’nın kimi öykülerinde roman kurgusu uyguladığı gözlenir. Bu öykülerde bir kahramanın anlık durumunu anlatmakla yetinmez. On beş-yirmi yıl sonra anlatıcı onunla ya yeniden karşılaşır ya da onunla ilgili bir bilgi edinir. Bir diğer deyişle kahramanın bütün hayatını anlatmak, noktalamak arzusundadır. Üç-beş sayfada kahraman, doğar, büyür ve ölür. Bir kesit, bir enstantane, ya da bir durumdan ziyade bütün bir hayatı anlatma peşindedir. Bu anlamda “Küçük hikâyelerinden çoğunun roman gibi kurgulandığı”nı belirten Cevdet Kudret’in tespiti yerindedir: “Küçük hikâyede hayatın yalnız bir safhası ele alınmak gerekirken Halit Ziya’nın birçok hikâyelerinde, genellikle romanlarında olduğu gibi, hayatın bütünü, çeşitli yanlarıyla ele alınmıştır.” (5).

Onun öykülerinde değinilmesi gereken diğer bir yan da müziktir. Müzik onun öykülerinde önemli işlevler üstlenir ve tıpkı sinemada olduğu gibi, duyguların altını çizen, dramatizeyi yoğunlaştıran bir imkân olarak değerlendirilir. Buralarda A. Hamdi Tanpınar’ı hatırlamamak mümkün değildir.

 

Sonuç

Halit Ziya, kendinden sonra gelen ve pek çok imkânlarla donanmış öykücülerin bile ulaşamadığı seviyeye, o çalkantılı dönemde ulaşmış, öyküsü en üst düzeyde oluşturmuş bir edebiyatçıdır. On beş kitaplık öykü birikimiyle yol açıcı bir işlev görmüş, bu özelliğiyle de kendinden sonra gelen öykücüleri etkilemiştir. Dikkatli okurların, Sabahattin Ali’den, Tanpınar’a, Sait Faik’ten Orhan Kemal’e kadar geniş bir yelpazede, tonları ve renkleri farklı olsa da bir Halit Ziya esintisi bulmaları mümkündür. Bu anlamda Halit Ziya atlanarak bir Türk öykücülüğü haritası çizmek sadece ona haksızlık değil, aynı zamanda öykü tarihimizi de eksik bırakmak anlamına gelir.

 

NECİP TOSUN 

 

 

 

Kaynakça

 

1)      Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl,  İnkılap Kitapevi, 1987, s. 349

2)      Halit Ziya Uşaklıgil’in Suut Kemal Yetkin’e yazdığı 19.8.1943 tarihli mektuptan. Nakleden: Seyit Kemal Karaalioğlu Türk Edebiyat Tarihi-2, s. 569-570.

3)      Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler, Timaş Yayınları, 1997, s. 130.

4)      Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis Yayınları, 2004, s. 85.

5)      Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, İnkılâp Kitapevi, 5. Baskı 1987, s. 243.

 

 

Eşik Cini, Sayı: 1

 

HAYAT, AŞK VE ŞİİR: HALİT ZİYA UŞAKLIGİL ÖYKÜCÜLÜĞÜ


Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam390
Toplam Ziyaret3697101
VİDEOLAR
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.237032.3662
Euro34.794534.9339
Takvim